Jacques Lacan
Jacques Lacan | |
---|---|
Doğumu | 13 Nisan 1901 Paris, Fransa |
Ölümü | 9 Eylül 1981 (80 yaşında) Paris, Fransa |
Çağı | 20. yüzyıl |
Bölgesi | Psikanaliz |
Okulu | Psikanaliz Yapısalcılık Postyapısalcılık |
İlgi alanları | Psikanaliz |
Önemli fikirleri | Ayna evresi Arzu grafiği |
Etkilendikleri
| |
Etkiledikleri
|
Jacques Marie Émile Lacan (13 Nisan 1901 – 9 Eylül 1981), "Freud'dan bu yana en tartışmalı psikanalist"[1] olarak anılan Fransız psikanalist ve psikiyatr.
Geliştirdiği psikanaliz kuramlarının yanı sıra 20. yüzyılın en önemli düşünürlerinden biri olan Lacan, yapısalcılık, postyapısalcılık, eleştirel teori, feminist teori, sinema, kültürel çalışmalar gibi pek çok alanda ve çağdaş kıta felsefesinde oldukça etkili olmuştur.
Her ne kadar Lacan kendi çalışmalarını "Freud'a bir şerh" olarak sunsa da, döneminin dilbilim, antropoloji ve felsefe gibi geniş bir literatürünü Freud'un psikanaliz teorileriyle birlikte yorumlayan ve kullanan Lacan, oldukça özgün bir düşünce sistemi ortaya koymuştur.
Michel Foucault, Gilles Deleuze, Felix Guattari, Luce Irigaray, Julia Kristeva, Alain Badiou, Louis Althusser, Slavoj Žižek gibi pek çok düşünür kendi düşüncelerini, destekleyerek ya da karşı çıkarak, Lacan'ı temel alarak geliştirmiştir.
1977'de Fransız parlamentosuna rıza yaşına ilişkin birkaç maddenin yürürlülükten kaldırılması için verilen bir dilekçede Jean Paul Sartre, Foucault gibi isimlerle birlikte Lacan'ın da imzası vardır.
Yaşamı
Tam adı Jacques-Marie Emile Lacan’dır. 13 Nisan 1901'de Paris’te doğmuş, 9 Eylül 1981 de aynı yerde ölmüştür. Tıp eğitimi aldıktan sonra, 1932'de "Kişilikle İlişkileri Açısından Paranoyak Psikoz" adlı doktora teziyle psikiyatr olur. Daha sonraki çalışmaları da yine özellikle kuramsal-felsefi alanda yoğunlaşacak ve yeni bir Freud okumasıyla psikanalizi yeniden temellendirmeye yönelecektir.
Lacan'ın genel teorik şeması ve argümanları anlaşılmakla birlikte, genelde sözlerinin oldukça karmaşık, belirsiz ve anlaşılması güç bir niteliğe sahip olduğu bilinir. Dolambaçlı ve çetrefilli söz oyunları, eğretilemeler, anlaşılması ve yorumlanması güç göndermeler, düşüncelerini yazmaktan çok konuşarak anlatmaktan kaynaklanmaktadır. Dokümanlar, daha çok öğrencilerinin ve izleyicilerinin tuttuğu notlar ve ses kayıtlardan oluşur. Dönemin Fransız aydınları seminerlerinin sıkı bir takipçisi olmuşlardır. Başlıca çalışması Ecrits (Yazılar) 1966'da yayımlanmıştır. Bu dönem, bir yandan yapısalcılığın Fransa'da çok etkili ve güçlü olduğu, bir yandan da postyapısalcı düşüncenin kendini geliştirmekte olduğu bir zamandır. Lacan'ın düşünce dünyası her iki paradigmayıda derinden etkilemiştir.
Kuramsal psikanaliz alanındaki çalışmaları Sigmund Freud’un yeniden yorumlanmasıyla yapısalcılık'tan postyapısalcılığa (Yapısalcılık ötesi) uzanan bir yol izler. Dolayısıyla Lacan, yalnızca önemli bir psikanaliz kuramcısı olarak değil, daha başlangıçta psikanaliz, dilbilim, antropoloji ve felsefe alanındaki geçişkenliği sağlamasıyla ve ardından da geliştirdigi formülasyonların ve kavramların felsefi düzlemde yol açtığı sarsıcı sonuçlarıyla 20. yüzyıl felsefesinin önemli isimleri arasında yerini almıştır.
Freud'a Dönüş ve Lacan'ın Psikanaliz Yorumu
20. yüzyılın en tartışmalı kuramsal alanlarından birisi psikanalizdir. Daha Freud’un ilk çalışmalarından itibaren psikanalizin kuramsal statüsü sürekli sorunsallaştırılmış, psikanalizin bilim olup olmadığı, bilimse bir bilim olarak nasıl temellendirilebileceği, yani epistemolojik düzlemde nasıl ortaya konulabileceği her zaman tartışma konusu olmuştur. Oysa psikanalizin bilinç ve bilinçdışına dair açıklamaları felsefi ve özellikle bilgi üzerine yapılan, tartışmaların yönünü değiştirmiştir. Ama bu statü konusu yine de tartışmalı olmaya devam etmiş ve Freud'un ardılları ve özellikle Amerika'a oldukça etkili olan Freud'un kızı Anna Freud, psikanalizi bu sorunlardan ziyade daha çok "benlik (ego) psikolojisi" yönünde geliştirmeye yönelmiştir.
Lacan'ın başlangıç noktası, öncelikle bu teorik statünün ve epistemolojik temel noktaların yeniden değerlendirilmesidir. Freud, çalışmalarınında genelinde bu kuramsal sorunları karşılamaya çalışır, özellikle başlangıç çalışmalarında bu yöntemsel arayış görülebilir. Ancak ilk dönemlerinde o zamanın (ve hala daha) baskın bilimsel bakış açısı olan pozitivizmin düzleminden önemli ayrımlar oluşturmasına rağmen tamamen çıkamaz. Yine de, özellikle epistemolojik anlamda Freud'un bilim olarak psikanalizi kuramsal olarak da temellendirmeye çalıştığını ve bunun için önemli adımlar attığı söyleyebiliriz. Lacan öncelikle bu adımların takipçisi ve savunucusu olmuştur. Lacan'ın, kendisini bir Freud savunucusu olarak ifade ettiği ve bunu özellikle Freud sonrası kuramsal adımlardan vazgeçen ya da onları yadsıyan psikiyatri eğilimine karşı kendi psikanaliz yorumunu ortaya koyduğu söylenebilir. "Benlik psikolojisi" Lacan için kabul edilemez bir yöndür.
Lacan İd - Ego - Süperego kuramını mutlak olarak varsayma eğilimden uzaktır diyebiliriz. O, daha çok erken dönem Freud denilebilecek bilinçdışının yapısı, oluşumu, yeri ve işleyişi ile uğraşan Freud'la bağlantılıdır. Çünkü Lacan'a göre psikanaliz, bir bilim olarak bilinçdışının bilimidir.
Psikanaliz bir bilim olacaksa, öncelikle epistemolojik olarak kendi ayrımını temellendirebilmelidir, yani nesnesini ayrıştırabilmelidir. Bu noktada Lacan pozitivizm-ampirizm sonrası gelişen bilim anlayışını kuramsal olarak temel alır ve Freud'u buna göre yeniden okur. Buna göre, psikanalizin nesnesi (Freud'un da pek çok yerde işaret etmiş oldugu ama tamamen açık kılamadığı haliyle), bilinçdışıdır. Bunun bir teorik nesne olduğunu ve burada ayrıca psikanalizi başka bilimlerden ayırmak üzere, bilinçdışının, özgün bir teorik nesne olduğunu da belirtmek gerekir. Althusser'in Lacan üzerine erken yazılarından birinde belirttiği gibi, bu Lacan'ın onu yeni bir düzleme getirmek üzere "Freud'a dönüş hareketi" dir.[2] Böylece, yani bu dönüş girişimiyle Freud ve dolayısıyla da psikanaliz, doğum zamanının sınırlarından ve sorunlarından çıkarılıp yeniden ve doğru bir şekilde değerlendirilebilecektir.
Bunun anlamı, söz konusu nesnenin (bilinçdışının) biyoloji ya da sosyoloji temelli yöntemlerle ya da kavramlarla incelenip açıklanamayacağıdır. Psikanaliz, bu noktada kuramsal bir zorunluluk olarak ortaya çıkar ve dolayısıyla da bu noktadan itibaren kuramsal olarak temellendirilmelidir. Lacan'ın Freud'un kuramsal çalışmalarına yönelik kategorik ısrarı ve klasik psikiyatri geleneğini reddetmesi öncelikle bu noktaya ilişkindir. Lacan yapısalcılık üzerinden, özellikle ve belirgin olarak Ferdinand de Saussure'ün geliştirdiği dilbilim üzerinden psikanalizi değerlendirmeye yönelir ve bu yönelimin ilk ortaya çıktığı yer psikanalizin bir bilim olarak nasıl anlaşılması gerektigi noktasıdır. Sonrasında inceleme nesnesini (bilinçdışını) ele alırken de aynı şekilde bu dilbilim modeli izlenmiştir. Bunun sonucunda, Lacan'ın Freud'u yeniden okuması geleneksel psikiyatriye göre çoğu zaman bir anti-psikiyatri olarak görünür.
Bilinçdışı, Dil, Özne
Lacan, bilinçdışı dil gibi yapılanmıştır der. Bu formülasyon onun kuramsal çalışmasının ve psikanalizi yeniden yapılandırma girişiminin temel noktasıdır. Kastedilen dil, Saussure'ün geliştirdiği yapısalcı dilbilimin açıkladığı hâliyle dil'dir. Dolayısıyla burada yapısalcı dilbilimin dili açıklayışına uygun bir yol izlendiği açıktır. Saussure'e göre dil, anlamları işaretler arası ayrım ve farklar yoluyla belirleyen kendine özgü bir yapı ya da sistemdir. Buna göre anlam ayrımları yalnızca dilin yapısı ya da sistemi içindeki ögelerin dağılımı ve rolleriyle belirlenir.
Dilde anlamlı olan işaretlere "gösterge" ismini veren Saussure, bu işaretlerin anlamına "gösterilen", işaretin materyal ya da fiziksel hâline ise "gösteren" ismini vermiştir. Dilin ifade ettiği nesneler "gönderge" olarak adlandırılırken dil ile nesne, yani gösterge ile gönderge arasındaki ilişki ise gönderim ya da referanstır. Saussure'ün temel tezi dilin işleyiş sürecini yalnızca gösterenler arası fark ve ayrım ilişkilerinin belirlediğidir, dolayısıyla dil bir göstergeler sistemidir.
Lacan bunu psikanalize uyguladığında vardığı sonuç, bilinçdışının tıpkı dil gibi kendine özgü bir yapı ya da sistem olduğudur. Bilinçdışının dış dünya ile özsel bir bağlantısı yoktur, anlam ayrımlarını kendi iç-ögeleri ile belirleyen bir çeşit göstergeler dizgesi söz konusudur burada. Althusser'in belirtmiş olduğu gibi,
- "Lacan, dilsel gösterge ile psikanalizin simgesini aynı şeyler olarak düşünmektedir."[3] (alıntılayanın vurgusu)
Lacan'ın kullandığı anlamda gösteren anlamlı olan her şeyi ifade eder, yani bu sadece dilde kullandığımız sözcükler ya da ifadeleri değil, trafik lambası ya da tuvalet işareti gibi sözcüklerle ifade edilmeyen fakat anlamlı görsellerin yanı sıra, aslında algıladığımızda anlamlı gelen her imgeyi kapsar. Örneğin bir bardağa baktığımızda onun bardak olduğunu anlıyorsak bu, bardağın aynı zamanda "bardağın anlamını" gösteren fiziksel bir cisim olarak bir gösteren olmasındandır. Dolayısıyla algıladığımız dünyada bizim için anlamlı olan her şeyin bize görünen ve bir anlam ifade eden her hali bir gösterendir ve dilin kapsamı içerisindedir. Bu nedenle Lacan, dili sadece konuştuğumuz kelimelerin sınırı içerisinde anlamaz, fakat bilincimizin anlamlı olarak algıladığı bütün bir dünyaya genişletir.
Dil toplumsallığı, kültürü ve dolayısıyla da bunları ifade eden yasa ve yasakları taşır. Dolayısıyla dil aracılığıyla, yani simgesel düzen aracılığıyla kültürel düzene dâhil olan insan, doğduğunda daha farkında olmadığı ve hiçbir şeye karar veremediği bir evrede, bu düzen (simgesellik) tarafından biçimlendirilerek ve onun en temel değer yargılarını ve unsurlarını içselleştirerek insan olmaklığa adım atar. Dilin simgesel sistemine geçiş, burada kültürel düzene geçmekle aynı anlama gelmektedir. Biyolojik bir canlı olmaktan düşünebilen bir canlı olmaya doğru bu geçişte, birey-özne kültürel bir kod olarak üretilmiş olur.
Özne, dil dolayısıyla böylece kendini simgesel düzende bir gösteren olarak işaret edilmiş olarak bulur ve öznelliğini de zaten bu şekilde kazanır. Bu andan itibaren birey-özne bir simge olarak simgesel düzenin bir parçası ya da ögesidir. Dil, bu bağlamda öznenin gerçeklikle, kendisiyle, ötekilerle ilişkisini düzenler. Dil dolayımıyla kültüre giriş, bilinçdışının oluşumunu ve öznelliğin kuruluşunu ifade eder. Bu, Oidipus kompleksinden geçerek mümkün olmaktadır. Lacan'a göre dil ile belirlenme, yani kültüre girişin simgesel kodlarının edinimi Oidipus evresiyle aynı sırada ve düzlemde gerçekleşir.
Bu geçişin gerçekleştiği yer ise aile'dir. Artık bu bağlamda ailenin bir "aile" olarak düşünülmesi anlamlı olmaz. Kültürel yapının taşıyıcısı ve öznenin oluşturucusudur, yani simgesel düzenin gerçekleşmesi, somutlaşması, maddileşmesinin zeminidir. Çocuk, aile aracılığıyla dil dolayımından geçerek kültürel düzene girer. Şu halde belli başlı kültürel söylemlerin, ideolojik yapıların salt birer düşünsel tasarım ya da projeler olarak değil, dil ile taşınan ve aile aracılığıyla bir sonraki nesile aktarılan maddi yapılar olduğunu belirlemek mümkündür. Althusser'in oluşturmaya çalıştığı ideoloji teorisi Lacan'ın bu yöndeki açıklamalarından özellikle beslenir. Çünkü burada anlaşıldığı gibi, dil dolayımında bilinçdışının oluşumunun açıklanması hem bir özne teorisine kapı açmakta, hem de bu zeminde ideolojinin yeniden düşünülmesine yeni bir olanak yaratmaktadır.
Bu bağlamlarda yapısalcı antropolojinin yerine de işaret edilebilir: Levi-Strauss'un, en basit biçimleri akrabalık ilişkileri olan kültürel yapıları açıklarken göstermiş oldugu gibi, kültürel ögelerin oluşumu ile dilsel ögelerin çerçevesi arasında temelden bir bağ vardır. Çünkü kültürel ögeler dilin işleyiş düzeninde üretilir, deyimlenir ve yaşanır, bir kültür eski kuşaklardan yenilerine bu yolla taşınır. Demek ki, simgenin düzenine girmekle birey kendi kültürel konumunu, her şeyden önce kültürel bir kurum olan ailenin yapısı içindeki konumunu da kazanmış olur. Böylece birey kültürün düzeni içinde ayrımlaşmış bir özne hâlini alır. Söylemin belirleyici boyutu buradan ileri gelmektedir. Şu halde dile giriş kültüre giriştir ve aynı zamanda, bu süreç, Lacan'ın analizinde, bilinçdışının oluşumunun ve işlevinin açıklanmasını verir.
Ayna Evresi
Lacan yeni doğan çocuğun dile girdiği ve böylece bir özne hâline gelmeye başladığı sürecin "ayna evresi" adını verdiği dönemde oluştunu söyler.[4] Yapılan deney ve gözlemlere göre yeni doğan çocuk ilk 6 ila 18 aylık olduğu dönemde aynada kendini gördüğü zaman baktığı şeyin kendi görüntüsü olduğunu anlayabilir hale gelmektedir.[5] Lacan bu süreci, temelde Hegel'den etkilenerek, diyalektik bir biçimde yorumlar. Bir yanda çocuğun bedeni, diğer yanda ise aynadaki imgesi vardır. Lacan'a göre bu ikisinin özdeşleşmesi, çocuğun aynadaki yansımasına bakıp kendisini gördüğünü düşünmesi, çocuğun dilin alanına girdiğini gösterir çünkü çocuk aynadaki yansımanın (yani kendi bedeninden farklı bir şeyin, bir "gösterenin") aynaya bakan kendisini gösterdiğini düşünmektedir.
Fakat Lacan'a göre bu özünde yanlış bir özdeşleştirmedir çünkü dilde oluşan benlik anlayışı her zaman bütünlüklü ve tam bir kendilik varsayarken, gerçekte beden parçalı, tam olarak anlaşılmamış ve büyük oranda bilinmeyen bir şeydir. Bu nedenle Lacan öznenin oluşurken aslında iki farklı özne deneyimi arasında bir "özdeşleşme çabası" olarak ortaya çıktığını söyler. Bir yanda insanın bedeni olarak deneyimlediği kendisi, bir yanda da dil içerisinde düşündüğü, anladığı, yorumladığı kendisi vardır. Gerçekte özdeş olmayan bu iki "benliği" özdeşleştirme çabası Lacan'ın anladığı haliyle öznelik deneyiminin temelini oluşturur.
Lacan'a göre ayna evresi için (genelde zannedildiği üzere) bir aynaya bakmak gerekmez, çünkü aslında temelde bu evre ebeveyn ve çocuk arasındaki dilsel diyaloğun gelişmesiyle, çocuk dil kullanmayı öğrendikçe ortaya çıkar. Dil içerisinde kendisini düşünmeye başlayan çocuk kendisine karşı bir çeşit sevgi-nefret ilişkisi geliştirir. Bir yandan kendisini çeşitli yönlerden sevip beğenirken, öbür taraftan kendisini beğenmediği ve nefret ettiği yanlara sahiptir. Bu açıdan Lacan'a göre herkesin kensine belirlediği bir "ideal beni," bir de kendisiyle ilgili düşüncelerini barındıran bir "ben fikri" vardır.
Ayna evresiyle birlikte özne-nesne, ben ve öteki gibi ayrımlar kuruldukça çocuk bireyleşmekte ve toplum içerisinde yaşamayı öğrenmektedir. Burada Freud'dan itibaren daimi vurgulanan temel nokta sürecin her zaman aynı zamanda cinsel bir süreç olduğudur, çocuk hem kendisiyle hem de ebeveyniyle arasında cinsel boyutta bir ilişkiye sahip olduğu için, her dil kullanımı özünde "sevgi talebidir." Çünkü her konuşma bir "ötekine" bizi anlayarak bizimle bir bağ kurması, böylece de bizi sevmesi isteğidir. Çocukların dil öğrenmesindeki temel neden, annelerinden sevgi talep etmektir çünkü anne çocukla konuştukça anneye karşı duyduğu aşktan dolayı çocuk anneden sevgi talep edebilmek için onun gibi olmaya, onun çıkardığı sesleri çıkarmaya, dolayısıyla da dil öğrenmeye başlar.
Ayna evresinin temel diyalektik boyutu bir yandan beden olarak deneyimlediğimiz kendimiz ile öbür taraftan dil içerisinde anlamlar ve düşünceler yoluyla ürettiğimiz benliğimiz arasındaki karşılıklı birbirini belirleyen ilişkidir. Beden tüm olayların olduğu yerdir, ama biz onu düşüncelerimiz yoluyla anlamlandırır ve biliriz, dil kullanışımızla bir karaktere sahip oluruz ve bedenimizi bu karakterimize göre biçimlendiririz.
Başka insanların bedenimiz ve kişiliğimiz hakkındaki düşünceleri ise diyalektiğin öbür boyutunu oluşturur. Lacan'a göre herkes kendi kişiliğini diğer insanların ona "bakışına" göre oluşturur ve kendisini diğer insanların ona bakışı yoluyla anlamlandırır. Bu nedenle içine doğduğumuz kültür bize "doğal" yaşam biçimi olarak gelmektedir çünkü biz kendimize dair olan her şeyi o kültürün temel kodları dolayısıyla anlamlandırırız. "Bakış" Lacan'ın en önemli ve özellikle sinema eleştirisi gibi pek çok alanda en etkili olmuş teorisidir. Lacan'a göre bakış belirli bir arzuya göre oluşur. Örneğin pek çok popüler film "erkek bakışa" göre yapılır, yani bu filmler erkeğin arzusunu tatmin edecek biçimde kadınların erkeklere tabi olan arzu nesneleri olduğu ve erkeğin kadınlara sahip olan iktidar sahibi özne olduğu bir yapıya sahiptir.
Arzu, Öteki, objet petit a, Fantezi
Lacan arzuyu ayna evresinde ortaya çıkan diyalektik süreç ile anlar. Bir tarafta ihtiyaçlarımız vardır, bunlar bedenden gelirler ama biz onları hiçbir zaman bedenden geldikleri haliyle anlamayız. İhtiyaçlarımızın anlamı ve onları nasıl doyuracağımız "öteki" ile, yani toplumda birlikte yaşadığımız diğer insanların kim olduğuna ve ne yaptığına dair genel düşüncemize göre şekillenir. Dil, bir anlamda diğer insanlarla beraber birbirimizi ve kendimizi anladığımız sistemin kendisi olarak iki anlamda da "ötekini anladığımız" yerdir: 1. karşımızda bize konuşan insanı bir öteki olarak anlarız, 2. (Lacan'ın kullandığı anlamda öteki asıl budur) "herhangi biri olsa ne düşünürdü," "bir başkası olsa ne yapardı" gibi "herkese" dair düşüncelerimizi dil yoluyla anlarız. Lacan'a göre aslında kendimizi anladığımızda oluşan süreç, "herhangi birini" anladığımızdaki oluşan süreç yoluyla şekillendiği için aslında kendimizi bir öteki olarak anlarız. Bu bakımdan Lacan "'ben' konuşurken, konuşan ötekidir" der çünkü dil hepimiz için ortak ve hepimizin dil konuşan bir başka insan olduğu ilişkiler bütünüdür. Bilinçdışı ve arzu tam da bu ilişkiler bütününde şekillenir.
Arzu her zaman dilin yapısı ile biçimlenmiş haldedir. İhtiyacımızın ne olduğunu ve onu doyurmamız için ne gerektiğini dil yoluyla anlamlandırırız. Örneğin vücudumuzun suya ihtiyacı olabilir ama bizim canımız meyve suyu, kola ya da bira isteyebilir. İşte dilin arzuyu biçimlendirdiği nokta burasıdır; ihtiyacımız bir "talep" üretirken her zaman bilinçdışı süreçlerle şekillenir. Biz ihtiyacımızı ve ne istediğimizi ancak dil yoluyla anlamlandırılmış halde deneyimleyebiliriz. Diyalektiğin öbür ucunda ise arzulamamıza neden olan kurgusal nesne, yani Lacan'ın diğer dillerde Fransızca orijinaliyle kalması gerektiğini özellikle ifade ettiği objet petit a bulunur. Buradaki a Fransızca "öteki" anlamına gelen "autre" kelimesinin baş harfidir, dolayısıyla bu kelime "küçük öteki nesne" anlamına gelir ve Lacan'ın bir başka önemli terimi olan "Büyük Öteki" ile karşıtlık oluşturur.
Objet petit a konusundaki ısrar, Freud'un "İd" teriminin eski Almanca orijinal haliyle korunmasıyla paraleldir çünkü Lacan'ın objet petit a yorumu Freud'un İd kavramına dayanır. Lacan'a göre arzu her zaman bir ötekinden kaynaklanır, biz neyi arzulamamız gerektiğini öncelikle bizim için ilk öteki olan annemizden, fakat sonra Baba'nın Adı ile gelişen toplumdaki kurallar bütününden ve etkileşime geçtiğimiz çevremizdeki insanlardan öğreniriz. Bu açıdan arzu bir anlamda ulaşmaya çalıştığı hedefle birlikte ortaya çıkar, annemize aşık olduğumuz için sevgi talep ederiz, kola içmek için susadığımızda kola arzularız vs. İşte burada arzumuzun kurucusu olarak o "hiç ulaşamayacağımız" şey objet petit a'dır, biz onu her zaman bilinçdışımızda ulaşabileceğimiz bir nesne ile biçimlendiririz. Bu anlamda arzu hiçbir zaman tatmin edilemez çünkü tatmin edildiğinde yok olur. Arzu objet petit a'ya ulaşma çabasıdır, fakat nesneye ulaşıldığı anda arzu yok olduğu için amacını yitirir ve tatmine ulaşamadan kalır. Dolayısıyla arzuyu tanımlayan bir "eksiktir," hem arzunun kendisi bir eksiğe dönük ona ulaşma çabası olarak oluşur, hem de arzu amacına ulaştığında tatmini hep eksik kalır.
Lacan'ın özellikle vurugladığı nokta objet petit a'nın her zaman fiziksel nesneden daha fazla bir şey olmasıdır ki onu arzu nesnesi hâline getirir. Biz önümüzde duran Gerçek nesneyi her zaman imgesel ve sembolik ilişkiler içerisinde deneyimlediğimiz için önümüzde duran nesnenin fiziksel özelliklerinden ziyade onunla bir çeşit fantazi ilişkisi kurarak onu arzularız. Bu anlamda arzu ile objet petit a arasında fantezilerle kurulan bir alan vardır. Örneğin genç yaşta sigaraya başlayan pek çok insan "daha büyük görünmek" ya da "daha havalı olmak" gibi çeşitli hayaller ile dolayımlanmış şey olarak sigara içmeyi arzular ve bu sayede sigara içmeye başlar. Fakat sigara içmeye dair bütün bu fikirlerin sigara içmekteki Gerçekle bir ilişkisi yoktur, toplum içerisinde üretilmiş, çoğunlukla filmler, kitaplar yoluyla desteklenen ve yayılan düşüncelerdir: Ancak tam da bu fanteziler bilinçdışında sigara içmenin arzulanır hale gelmesine ve objet petit a konumu edinmesine neden olur.
Lacan'ın bilinçdışı anlayışı arzunun işleyiş biçimini şekillendiren, fantezinin ortaya çıktığı aralığı açan, dildeki öteki ile ilişkiler bütünüdür. Her bir konuşan öznenin aynı anda bir başkası için bir "öteki" olduğunu düşünürsek, bu anlamda biliçdışı ötekiler arası gelişen ilişkiler bütünü olarak dilde ortaya çıkar. Arzunun yapısını şekillendiren, objet petit a'nın çalışma sürecini oluşturan ve fantezilerin gelişmesine yer açan bu süreç bilinçdışında gerçekleşir.
Oidipus Kompleksi ve Baba'nın Adı
Lacan'ın Freud'un çalışmasından ısrarla aldığı ve kendi kuramında merkezi bir yere koyduğu formülasyonlardan birisidir Oidipus Karmaşası ya da başka bir isimle Oidipus Kompleksi. Bu Lacancı psikanaliz teorisinde Oidipus Yasası olarak da belirir.
Oidipus, kültüre ve dolayısıyla insan olmaya giden zorunlu bir süreçtir, Oidipus’suz kültür ya da uygarlık olamaz Lacan'a göre. Ancak bu doğal bir karmaşa değil, simgesel bir karmaşadır. Simgesel yapının devreye girmesiyle insan yavrusunun simgesel sisteme geçişini ve bu geçişte oluşan evreleri açıklar. Örnegin; burada da gerçek bir babadan söz edilip edilmediği önemli değildir, önemli olan Oidipus yasasını geçerli kılmak üzere simgesel babanın işlevidir ki bu "Babanın Adı" olarak belirtilir. Böylece simgesel düzene giren çocuk, kendi kültürel konumunu bu simgesel adı tanımakla edinmeye başlar. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, Oidipal Yasa'nın özünde simgesel bir yasa olmasıdır.
Oidipus aracılığıyla simgesel sisteme geçiş öznenin kuruluş sürecidir. İnsan yavrusu, böylece simgesel gerçekliğin alanı içinde insan olma yoluna girer. Bu sırada, Oidipus yasası "gerçek" ile kişinin kendi arasında ve daha da öte kişinin kendi gerçekliği ile gerçeğin kendisi arasında bir yarılmaya/bölünmeye yol açar. Çünkü kendini kültürel düzenin simgeleriyle düşünen özne, bu anda kendine yabancılaşmakta, kendine ve çevresine dair bakışı dolayımlanarak mesafelenmektedir. Simgenin anlamı burada açıktır; dolayımsız ikili ilişkinin (anne-çocuk) arasına giren üçüncü bir ögedir burada simge. Lacan'a göre bu anlamda her şey simgeseldir. Fakat bu bir çeşit idealizmi değil, insan deneyiminin simgeler vasıtasıyla ortaya çıkmak zorunda olan bir süreç olduğunu belirtir.
İnsan yavrusu, bu simgeyi kullanmakla kendini ötekinden ayırma imkânı edinir, ancak bu imkânın kendisi, kendini bir zorunluluk olarak kabul ettirir, yani bir Yasa olarak. İşte bu noktada simgesel düzenin başlıca yasası Babanın Adı olarak ortaya çıkar. Baba, burada simgesel olarak Fallus'a sahip olanı temsil eder. Fallus, cinsel organ anlamında değil, simgesel yasanın yetkesini temsil etme anlamındadır. Fallus'a sahip olan Babanın Adı'dır ve çocuk bu adı tanıyarak kültürün ve dilin dünyasına girer ve özne olarak o dünyaya tâbi olur. Açıktır ki "hadım edilme korkusu" denilen süreç de aynı şekilde simgesel bir süreçtir ve topluma kabul edilmeme, dışlanma ya da hor gürülme korkularıyla birlikte gider.
Lacan'a göre, Oidipus ile simgesel düzene dâhil olmak, daha önce, dil dolayımıyla belirtilmiş olan iki temel noktanın geçekleştirilmesi anlamına gelir.
- Bilinçdışının kuruluşu,
- ve böylece birey-öznenin kuruluşu.
Oidipus olarak belirtilen komplex, karmaşa ya da Yasa, anne ile çocuğun arasında çocuğun doğumuyla çocukta ortaya çıkan aşk ilişkisinin yasaklanması ve bu yasakla oluşan bilinçdışı arzunun Babanın Adı'yla yeni imgesel biçimlerle ikame edilmesiyle çözülür. İnsan yavrusu böylece toplumsal biçimleri edinir ve birey-özne olur. Özetle, kültürel düzene girişin anahtarı bu kökensel bastırmayla söz konusu olmaktadır.
İmgesel, Simgesel, Gerçek
Lacan'ın teorik psikanalizinin ana kavramlarından başlıcaları İmgesel, Simgesel ve Gerçek olarak belirtilebilir. Biyolojik bir varlık olan insan yavrusunun insan olmaklığa, yani kültürel bir özne olmaya giden yolu açıklarken Lacan bu kavramları değerlendirir.
Ego ve onun yaşam dünyası başlangıçta İmgesel alana aittir. Daha doğal olandan kopulmamış olunan bir evredir bu. Daha sonra Babanın Adı'nın devreye girmesiyle, yani Simgesel yapı ile imgesel olan bastırılır. Simgesel burada, Kültürel Düzen'in simge sistemini ifade eder. Bilinçdışı bunun sonucu oluşur. Gerçek, simgeselin kurduğu "gerçeklikten" ayrı olarak Simgeselin ötesinde kalır. Gerçek, Simgesel bastırmanın sonucunda Uçurum'un ötesinde kalmış olan eksiklik yeri/ya da noktası olarak ifade edilir. Bu bağlamda Simgesel'den Gerçek'e bir köprü ya da bağlantı noktası yoktur. Gerçek, bilinçdışı arzunun ötesinde kalmıştır. Gerçek'e asla ulaşamayacak olunması nedeniyle Bilinçdışı arzunun doyurulması olanaklı olamaz. Arzu, bu anlamda asla ulaşılamayacak ve tamamlanamayacak olan kökensel bastırmadan kaynaklanan eksiklik yeri'dir.
İçgüdüler, Lacan'ın anladğı anlamda, doğuştan gelen biyolojik ihtiyaçlardır. Bunlar ilk başta anne tarafından doyurulur, ancak bu dolaysız doyum ilişkisine belli bir noktada Simgesel Yasa ile müdahale edilir ve doğal içgüdülere bu andan itibaren Cinsel Kimlik anlamı verilmiş olunur. Simgesel sistemin devreye girmesi, yani Babanın Yasası'nın ortaya çıkmasıdır söz konusu olan. Cinsel Yasak'ın işletilmesiyle, kendinde hiçbir anlamı olmayan biyolojik bir içgüdü cinsellik adını alır ve böylece biyolojik içgüdüler cinsellik olarak anlaşılmaya başlanır. Böylece içgüdüler bilinçdışı arzular olarak yerleşir. Bu, Lacan'ın değişiyle, insanlaştırıcı kastrasyondur (hadım etme). İnsan yavrusunu biyolojik bir canlı olmaktan kültürel bir özne olmaya dönüştüren bu kastrasyon'dur.
Büyük Öteki
Lacan, simgesel düzenin gösterenler zincirleriyle kurulu olduğunu söyler. Gösteren anlamlı olarak algıladığımız her şeydir, bu gösterenler kelimeler veya cümleler gibi dilsel ifadeler olabileceği gibi, daha genel anlamda işaretler, nesneler, imgeler, cisimler bedenler, davranışlar da olabilir. Lacan'a göre gösterenler birbirlerine zincirler hâlinde bağlıdırlar, örneğin "kalem" göstereni bizi "yazmaya" götürebilir, "yazmak" "kitaba," "kitap" yazara," "yazar" "edebiyata" vs. Kesin kurallara göre düzenlenmeseler de gösterenler her zaman kendilerinden sonra gelen bir gösterene işaret ederek anlam kazanırlar. En nihayetinde gösterenler içinde yaşadığımız anlamlı dünyayı oluşturur, algıladığımız imgelerin her biri algıladığımız şeylerin anlamlarını bize gösteren gösterenlerdir.
Bütün bir gösterenler ağı Simgesel düzeni oluşturur. İmgesel düzen ise imgeler arası bağlantıların simgesel tarafından belirlendiği düzlemdir. Örneğin algı imgeseldir, ancak algıladığımız imgelerin anlamları simgesel olarak belirlenir. Çeşitli simgeler arası ilişkiler bütünlüğünü de yine imgesel olarak yaparız, "kitap" bizi "okuma" gösterenine götürür çünkü "kitap" gösterenini düşündüğümüzde "okuma" imgesi canlanır. İmgesel ve Simgesel düzenin birlikte kurduğu anlamlı dünyanın bütününe Lacan'ın terminolojisinde Gerçeklik diyebiliriz. Gerçek ise simgesel ve imgesel düzlemin dışında kalan, ona dahil olmayan fakat ona etki eden, onu değişmek, dönüşmek zorunda bırakan, hatta bazen yıkıcı etkileri olabileni anlatır. Gerçek, gerçekliğin dışında kaldığı için Lacan "gerçek imkansızdır" der.
Gerçek ve gerçeklik arasındaki ilişki Lacan'a göre kırılgandır. Buna en basitinden bilimsel gelişmelerle birlikte gerçeklik anlayışımızın durmadan değişmek zorunda kalması örnek verilebilir çünkü bilimsel çalışmalar ilerledikçe Gerçek ortaya çıkmakta ve gerçekliğimize müdahale ederek onu değişmek zorunda bırakmaktadır. Fakat anlamlandırılabilir hale geldiği an, Gerçek artık simgesel düzenin içine girer ve gerçekliğin bir parçası olur fakat geride her zaman dışarıda kalan bir Gerçek bulunur. Lacan "Gerçek her zaman biraz fazladır" der. Gerçeklik aslında hiç de stabil değildir, tam tersi gerçekliğin bütünlüğünü ve sağlamlığını kendimize kanıtlamamız gerekir. Lacan'a göre simgesel düzende gerçekliğin temelini sağlama olan bu kanıt Büyük Ötekidir.
Büyük Öteki Baba'nın Adı ile ortaya çıkar. Yasa'nın temeli, sahibi, koruyucu ve teminatı olan Baba'nın Adı ile böylece yasaya tabi olurken muhatabımız olan Büyük Öteki de ortaya çıkmış olur. İlk başta Babamız Büyük Ötekinin bir halidir, fakat daha sonra Büyük Ötekinin yerini Tanrı, devlet gibi bizi aşan, fakat içinde yaşadığımız gerçekliğin ona bağlı olduğu şeyler alır. Elbette devlet ya da Tanrı Büyük Öteki konumunda anlaşılmak zorunda değildir, ancak Lacan'a göre bu tarz kavramların Büyük Öteki ile temelden bir bağı vardır çünkü onlar toplumun genel düzenini kuran, teminat altına alan, düzenleyen, yasayı kuran ve uygulayan olarak anlaşılırlar. Burada önemli olan nokta, her ne kadar Gerçek ile ortaya çıksa da Büyük Öteki'nin kurgusal oluşudur çünkü "Gerçek imkansızdır;" o simgesel düzenin dışında kalandır, dolayısıyla onu bilemeyiz, onu bilme çabamız sonucu Büyük Öteki'ye yakıştırdığımız Tanrı, devlet, baba, (hatta terapi sırasında psikanalist) gibi düşünceler bizim simgesel düzlemimizde oluşan üretimlerdir. Slavoj Zizek'in ideoloji eleştirisinin temelinde ideolojinin kurucusu de dayanağı olarak gösterdiği Büyük Öteki'nin gerçekte olmadığını, kurgusal bir ürün olduğunu belirlemek yatar.[6]
Fallus ve Cinsiyet
Lacan'ın fallus ve cinsiyet hakkındaki temel fikirleri Ecrits kitabı içinde "Fallus'un Anlamı" adlı makalede açıklanmaktadır.[4] Fallus simgesel düzen içerisinde birbirleriyle zincirler hâlinde bağlı olarak bulunan gösterenlerin temel işlev fonksiyonudur. Lacan'a göre dil arzu ile beraber kurulu olduğu için her dil kullanımı aslında arzuya dair de bir edimdir. Bu aynı zamanda gösterenlerin gösterdikleri şeye dönük bir arzuyu da belrttiklerini ifade eder. Örneğin "diş fırçası" "diş fırçalamaya" götürür çünkü "diş fırçası" göstereni "diş fırçalama arzusuna" bağlıdır. Birbirlerine arzular yoluyla bağlı olan gösterenlerin bize sadece anlamları değil, neyin arzulanacağını da gösterdiklerini söyleyebiliriz. Bardağın anlamı içme arzusu, araba gitme arzusu olabilir. İşte bu arzu-anlam gösterenleri ağının bütünlüğünün işaret ettiği arzuya Lacan fallus ismini verir.
Buna göre fallus içinde yaşadığımız dünya içerisinde, kültürümüzde, yaşadığımız çevrede ve günlük hayatımızda içinde bulunduğumuz gösterenlerin bize en nihayetinde gösterdiği arzudur. Bir nesne, şey ya da bir şey değildir, daha çok matematiksel bir fonksiyonun varlığına sahip olan fallus, simgesel düzenin arzu işaretlerinin temel biçimidir. Bir şeyin arzulanabiliyor, arzulanıyor, arzu nesnesi hâline gelebiliyor oluşu onun fallusun işleyişi içerisinde anlamlı olması sayesindedir. Örneğin, popüler dizilerdeki oyuncular, evler, konuşma biçimleri, yaşam tarzları genel olarak herkesin beğenisine hitap etmek amacıyla fallusa olabildiğince yaklaşma çabasındadır.
Bu anlamda Lacan kadın ve erkek olmayı fallus üzerinden tanımlar, kadın fallus olmaya çalışan, erkek ise fallusa sahip olmaya çalışandır. Yani Lacan'a göre kadın olmak, toplum içerisinde arzulanacak konumda bulunmaya çalışmak ve kendini buna göre düzenlemektir. Erkek olmak ise arzulanacak olana sahip olmaya çalışmaktır. Bu anlamda kadın olmak toplum içerisinde "güzel olmak," anne olmak, kibar olmak, itaatkar olmak, gibi arzu nesnesine denk gelen şeylerle özdeşleşirken, erkek olmak güçlü olmak, hareketli olmak, aktif olmak, çalışmak, para kazanmak, yönetmek gibi arzulayan ve iktidar sahibi konumda anlaşılmıştır.
Bir yandan Lacan'ın bu yorumu geleneksel cinsiyetçi ve ataerkil kadın-erkek ilişkilerini doğallaştırdığı ve verili varsaydığı yönünde haklı olarak eleştirilse de Lacan'ın erkek ve kadın olmanın bedenden bağımsız olarak tamamen simgesel düzlem içerisinde ve toplumsal ilişkiler ağında üretildiğini iddia etmesi çığır açıcı bir etki yaratmıştır. Yine de Lacan iki cinsiyet üzerine kurulu bir sistem varsaymakta ve kadınla erkek arasındaki ilişkiyi kadının pasif arzu nesnesi, erkeğin ise aktif özne olduğu hiyerarşik bir ilişki olarak anlamaktadır. Lacan'la diyaloğa giren pek çok feminist teorisyenin ilk adımı Lacan'ı cinsiyete dair bu varsayımlarından dolayı eleştirerek bundan bağımsızlaştırışmış olarak yorumlama çabası olmuştur.
Lacan'ın cinsiyet teorisinin bir başka önemli adımı ise psikanalizin eşcinsellik ve transseksüellik hakkındaki düşüncelerini oldukça değiştirmesidir. Freud'un teorisinde eşcinsellik büyük oranda Oidipus kompleksi sırasında gerçekleşen bir hata veya yanlışlık sonucu ortaya çıkan bir hastalıktır ve bireyde psikolojik rahatsızlıklara yolaçar. Lacan bir nebze daha ilerleyerek Freud kadar yanlış olmayan bir teori ortaya atmayı başarmıştır çünkü Lacan'a göre eşcinsel ya da transseksüel olmak bir hastalık değildir. Hatta bir anlamda Lacan'a göre transseksüellik gibi bir kavramın gereksiz olduğunu bile söyleyebiliriz çünkü Lacan açıkça cinsiyetin bedene dair bir şey olmadığını, fakat simgesel düzlemde kurulduğunu açıkça belirtir, dolayısıyla bedenden bağımsız olarak bir kadın ya da erkek olarak yaşayan herkes ne ise odur.
Jouissance ve Dürtü
Lacan'a göre objet petit a ile oluşan ihitiyaç-talep-arzu süreci her zaman tatmine yeterince ulaşamadan eksik kalmak zorundadır çünkü arzulanan nesneye ulaşıldığında arzu yok olur ve tatmin eksik kalır. Baba'nın Adı'nın en temel işlevi bu eksik kalışı sağlamaktır çünkü Yasa tam da çocuğun arzuladığı anneye ulaşmasına ve tatmin olmasına koyulan yasaktır. Böylece gerçekleşen Oidipus kompleksi çocukla anne arasına Baba'nın Yasası ile bir engel koyar. Çocuk arzu nesnesi olan anneye ulaşmak istese ve bunu talep etse de arzu nesnesi Baba'nın Yasası tarafından ona yasaklanmış olduğu için asla tatmin olamaz ve tatmini hep eksik kalır.
Fakat dürtünün mekanizması tam tersi biçimde fazladan alınan bir jouissance (juisans okunur) üzerine kuruludur. Lacan hedef ve amaç arasında bir ayrıma gider. Hedef arzu nesnesidir, ona ulaşılamaz ve ona ulaşma çabası hep eksik kalır. Fakat amaç bu değildir, arzu nesnesine ulaşma çabası içesinde alınan yol, yaşanan senaryo, verilen mücadeledir ve bundan bir jouissance elde edilir. Jouissance terimi çevirmesi oldukça güç bir Fransızca terimdir. "Yasal hakkından istifade etmek" ya da argoda "cinsel boşalma" gibi pek çok anlamı olan bu kelime sadece Türkçede değil başka pek çok dilde de çevrilemediği için aynen bırakılır. Son zamanlarda İngilizcede "enjoyment" yani "keyif" terimiyle karşılandığı olmaktadır ancak jouissance keyif gibi sadece pozitif değildir ve Freud'da ölüm dürtüsüyle bağlantılı bir kavramdır.
Jouissance bu anlamda çelişkilidir çünkü özne bir yandan arzu nesnesine ulaşma çabasındadır ama bir yandan da bu süreci uzatmaktan, ertelemekten, daha da dolaylı ve karmaşık bir hale getirmekten de "keyif alır" yani jouissance duyar; dolayısıyla çabası kendini gerçekleştirmek ve hedefine ulaşmak yerine kendisini engelleyip uzatma çabasına dönüşür. Dürtünün bu biçimde bir tatmini aslında imkansızdır, Freud bunu "Haz İlkesinin Ötesinde" metninde ölüm dürtüsü fikrini geliştirerek açıklar. Acı, ölüm, aşağılanma gibi durumlarda yaşanan zevk alma durumu tam olarak jouissance'ı ifade eder çünkü burada gerçekleşen de yine bir "amaç" olarak kendini Gerçekle temellendiren bir jouissance'a ulaşır. "Gerçekten gelen" jouissance nasıl ki Gerçek simgesel düzleme müdahale ederek onun işleyişine karşı yıkıcı bir etki yaratabiliyorsa, jouissance da arzunun çalışma biçimine yıkıcı bir etkide bulunmaktadır.
Freud iki birbirine karşıt dürtü ortaya atar, bunlardan birisi bütün yaşamsal faaliyetimizin ve enerjimizin üzerine kurulu olduğu libidodur, diğeri ise buna karşıt olarak ölüm dürtüsüdür. Bu anlamda "dürtünün gerçekliğini" yani simgesel düzlemdeki faaliyetini cinsel enerjinin gerçekleşmesiyle anlayan Lacan, "dürtüdeki gerçeği" yani arzudaki eksiğini ise ölüm dürtüsüyle yorumlar. Freud anneden ayrılmak bir birey olma sürecini ve yaşamı başlatsa da, aynı anda her zaman eksik kalacak bir arzu nesnesi (anne) ortaya çıkardığını ve yaşamanın aynı zamanda ölüme giden yol olduğunu söyler. Lacan bu "ölüme gitmekten" alınan etkiye ya da keyfe jouissance der.
Jouissance bu anlamda dürtünün gerçeği, arzu nesnesinin eksikliğine fantezi yoluyla ulaşmaktır. O Gerçekten yani simgesel düzlemin dışından geldiği için hiçbir zaman simgesel düzlemde olanla eşleşmez çünkü Lacan'ın bir diğer ünlü ifadesiyle "Gerçek her zaman biraz fazladır." Örneğin kendine acı çektirmekten zevk almak tam da jouissance'a işaret eder. Lacan pek çok takıntılı davranışı bu biçimde, semptomunu devam ettirmekten alınan jouissance ile açıklar. Örneğin durmadan takıntılı biçimde ellerini yıkamak bilinçdışındaki bir yarılmanın sonucu olarak ortaya çıkan bir semptom olabilir fakat bunu kabullenen ve içselleştiren özne kendini semptomuyla özdeşleştirerek bundan jouissance duyabilir. O zaman bu eylem öznenin git gide daha da çok yapmak isteyeceği ve git gide daha da yıkıcı bir jouissance alacağı bir duruma dönüşür.
Diğer bilgiler
Lacan Gustave Courbet'in kışkırtıcı tablosu L'Origine du monde (Dünyanın Kökeni) isimli tablosunun son sahibidir. Üvey kardeşine, ressam André Masson, tablonun sürrealist bir varyantını yaptırtmıştır. Tablo Lacan'ın ölümünden sonra mirasçıları tarafından, Lacan'ın büyük miktarda vergi borcu nedeniyle, Fransız Devletine verilmiştir. Tablo şu anda Musée d'Orsay'dedir.
Kaynakça
- Freud'dan Lacan'a Psikanaliz, Saffet Mura Tura, Ayrıntı yay. Genişletilmiş yeniden basım. (Bu maddenin yazımı bu kitaptaki yazılara dayanmaktadir ve onların degerlendirilmesi ile yapılmıştır)
- Şeyh ve Arzu, S.Murat Tura, Defter dergisi, Yaz 1995, sayı:24
- Fallusun Anlamı, J.Lacan, Afa.
Dipnotlar
- ^ David Macey, "Introduction", Jacques Lacan, The Four Fundamental Concepts of Psycho-Analysis (Londra 1994) s. xiv
- ^ Louis Althusser (2010). Psikanaliz Üzerine Yazılar; Freud ve Lacan. İthaki.
- ^ Freud'dan Lacan'a Psikanaliz, Saffet Mura Tura, Ayrıntı yay. Genişletilmiş yeniden basım.
- ^ a b Lacan, (1966). Ecrits. başlığın geri kalanı bu kitap içerisindeki "Le stade du miroir comme formateur de la fonction du Je" makalesi esas alınarak hazırlanmıştır. Éditions du Seuil.
- ^ Webster, Richard. (2002) "The cult of Lacan: Freud, Lacan and the mirror stage." 7 Kasım 2017 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.
- ^ İdeolojinin Yüce Nesnesi. Slavoj Zizek, çev:Tuncay Birkan. Metis. 2015.
Ayrıca
- [1]
- [2]
- [3] 27 Eylül 2006 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi.