İçeriğe atla

Doğrudan ve dolaylı gerçekçilik

Saf gerçekçilik olarak da bilinen doğrudan gerçekçilik, dünyayı doğrudan algıladığımızı savunur.

Doğrudan ya da saf gerçekçilik, dolaylı ya da temsili gerçekçiliğin aksine, algı felsefesi ve zihin felsefesinde, bilinçli deneyimlerin doğasını tanımlayan farklı yöntemlerdir.[1] Bunlar, çevremizde gördüğümüz dünyanın gerçek dünyanın kendisi mi yoksa bilinçli deneyimlerimiz tarafından üretilen bu dünyanın içsel bir algısal kopyası mı olduğu metafizik sorusundan yola çıkmaktadır.

Dolaylı gerçekçilik, öznelerin dış dünyayı gerçekte olduğu gibi deneyimlemediği, onu kavramsal bir çerçevenin merceğinden algıladığı şeklindeki bilimsel görüşe genel olarak karşılık gelmektedir.[2] Ayrıca dolaylı gerçekçilik, psikoloji ve bilişsel bilimdeki bilişselcilik paradigmasının temel bir ilkesidir. Yüzeysel bir örtüşme olsa da, dolaylı model, yalnızca fikirlerin gerçek olduğunu, zihinden bağımsız nesnelerin olmadığını savunan idealizmin bakış açısından farklılık gösterir.[3]

Buna karşılık, doğrudan gerçekçilik, bilinçli öznelerin dünyayı doğrudan gördüğünü ve kavramları 1:1 karşılıklılık olarak ele aldığını varsaymaktadır. Ayrıca bu çerçeve, bilginin temsili bir ortam aracılığıyla geldiği önermesini ve kavramların gerçek bir dış dünyadan elde edilen duyusal girdilerin yorumları olduğu fikrini de reddetmektedir.

Tarih

Aristoteles doğrudan gerçekçiliğin bir tanımını yapan ilk kişidir. Ruh Üzerine adlı eserinde, gören kişinin, gözün etkilendiği araya giren maddi süreklilik üzerinde taşınan hilomorfik form aracılığıyla nesnenin kendisinden nasıl haberdar olduğunu tarif etmektedir.[4]

Orta Çağ felsefesinde saf gerçekçilik Thomas Aquinas isimli İtalyan filozof ve teolog tarafından savunulmuştur.[4]

Dolaylı gerçekçilik, René Descartes,[5] John Locke,[5] Gottfried Leibniz,[6] ve David Hume dahil olmak üzere birçok erken dönem modern filozofu arasında popüler bir kavramdır.

Ortakgörü felsefesinin önemli bir üyesi olan Thomas Reid, doğrudan gerçekçiliğin bir savunucusuydu.[7] Doğrudan gerçekçi yaklaşımlar Baruch Spinoza'ya atfedilmiştir.[8]

Geç modern dönem filozofları Johann Gottlieb Fichte ve Georg Wilhelm Friedrich Hegel ampirik gerçekçiliği benimsemede Kant'ı takip etmiştir.[9][10] Doğrudan gerçekçilik, John Cook Wilson tarafından Oxford derslerinde de savunulmuştur.[11] Öte yandan Gottlob Frege (“Über Sinn und Bedeutung”(Anlam ve mana hakkında) adlı 1892 tarihli makalesinde) dolaylı gerçekçiliği benimsemiştir [12]

Çağdaş felsefede dolaylı gerçekçiliğin savucuları arasında özellikle Edmund Husserl [13] ve Bertrand Russell bulunmaktadır. Doğrudan gerçekçilik ise Hilary Putnam,[14] John McDowell,[15][16] Galen Strawson,[17] ve John Searle gibi isimler tarafından benimsenmiştir.[18]

Doğrudan gerçekçiliğe karşı argümanlar

Yanılsama argümanı

Yanılsama, saf gerçekçiler için bir sorun teşkil etmektedir çünkü duyularımızın yanılabilir olduğunu ve orada olmayan şeyleri algıladığını göstermektedir. Bu illüzyonda, çizgiler göründüklerinin aksine yatay durumdadır.

Bu argüman “ilk olarak George Berkeley tarafından az ya da çok açık bir biçimde ortaya atılmıştır.” Çelişen görünüme sahip olma sorunu olarak da anılmaktadır. “Bilgilendirilmiş sağduyunun” genellikle algıların algı organlarına bağlı olduğunu işaret ettiği ileri sürülmüştür. Örneğin, insanlar sinekler gibi bileşik gözlere sahip olsalardı görsel bilgileri çok farklı şekilde alacaklardı ve kızılötesi dedektörler veya yankı belirleme cihazları gibi tamamen farklı duyu organlarıyla nesnelerin nasıl görüneceğini hayal bile edemeyeceklerdi. Dahası, örneğin Müller-Lyer yanılsaması gibi optik illüzyonların da gösterdiği gibi, algı sistemleri tam olarak çalışır durumdayken bile nesneleri yanlış gösterebilmektedir. Hatta daha çarpıcı bir şekilde, bazen insanlar aslında orada olmayan şeyleri algılayabilirler ki bu durum “halüsinasyon” veya “algısal yanılsama” olarak adlandırılabilir.[19]

İllüzyonlar doğada mevcuttur. Gökkuşakları algısal yanılsamalara bir örnektir.

Yanılsama argümanı, duyu verilerinin algının dolaysız nesneleri olarak ortaya konması gerektiğini iddia etmektedir. İllüzyon veya halüsinasyon durumlarında nesne, o durumdaki hiçbir kamusal fiziksel nesnenin sahip olmadığı niteliklere bürünür ve dolayısıyla bu tür herhangi bir nesneden farklı olmalıdır. Saf gerçekçilik bu olguları kendi muğlaklığı nedeniyle olduğu gibi kabul edebilir, ancak bu tür vakalar tarafından çürütülecek kadar spesifik ya da detaylı bir gerçekçilik anlayışı ortaya koyamaz. Buna daha gelişmiş bir doğrudan gerçekçinin yanıtı, çeşitli yanlış algılama, başarısız algılama ve algısal görelilik durumlarının duyu verilerinin var olduğunu varsaymamızı gerektirmediğini göstermek olacaktır. Suya batırılmış bir çubuk eğik göründüğünde, doğrudan gerçekçi bir kişi çubuğun gerçekten eğik olduğunu söylemek zorunda değildir, fakat çubuğun birden fazla görünüme sahip olabileceğini söyleyebilir. Çubuktan yansıyan ışık kişinin gözüne eğri bir şekilde ulaştığında düz bir çubuk eğik görünebilir, ancak bu görünüm zihindeki bir duyu verisi olmak zorunda değildir. Benzer şekilde, bir bakış açısından dairesel, başka bir bakış açısından ise oval şekilli görünen madeni para için de benzer şeyler söylenebilir. Parmağınızla göz kürenize bastırmanız çift görme etkisi yaratsa da, iki duyu verisinin varlığının gereksiz olduğunu varsayan doğrudan gerçekçi, her biri dünyanın farklı bir görüntüsünü veren iki gözü olduğunu söyleyebilmektedir. Genellikle gözler aynı yöne odaklanırlar, ancak bazen odaklanmazlar.

Bu yanıt, muhtemelen daha önce gözlemlenen verilere dayanmaktadır. Eğer kişi sudaki çubuktan başka bir şey gözlemleyemezse, daha önce hiçbir bilgi olmaksızın, çubuğun bükülmüş olduğunu görecektir. Özellikle, görsel derinlik, gözlem noktasından dışa doğru dairesel bir doğrultuda nesneler arasındaki mesafenin gerçek bir deneyimi değil, bir dizi çıkarımdır.[20] Tüm ampirik kanıtlar gözleme dayanıyorsa, o zaman her algı ve her duyuya ilişkin tüm gelişmiş hafıza ve bilgi, eğik çubuk kadar çarpık olacaktır. Farklı özelliklere sahip nesneler, farklı açılardan deneyimlendiğinde, hangi deneyimin gerçek fiziksel nesneyi yansıttığını belirlemek zor olabilir. Bu nedenle, deneyimlediğimiz nesnelerin her zaman fiziksel nesnelerden farklı olduğunu veya fiziksel nesnenin hangisi olduğunu belirlemenin imkansız olduğunu söyleyebiliriz. Epistemolojik olarak, fiziksel nesneler doğrudan deneyimlenmiyormuş gibi görünüyor, durum böyle olsa da olmasa da.

Dolaylı gerçekçiliğe karşı argümanlar

Dolaylı gerçekçilikle ilgili bir husus, basit veri akışı ve bilgi işleme olduğu kabul edildiğinde, beyinde bir şeyin gelen verileri yorumlaması gerekliliğidir. Bu şey genellikle bir homunculus olarak tanımlanmaktadır. Homunculus terimi aynı zamanda sürekli bir gerileme meydana getiren bir varlığı ima etmek için de kullanılmaktadır ve bunun kastedilmesi gerekmemektedir. Bu da algıda basit veri akışı ve bilgi işlemeden daha farklı bir olgunun söz konusu olduğunu göstermektedir. Bu, Newton'dan önce yaşayan Descartes gibi rasyonalist filozoflar için fiziksel süreçlerin yeterince tanımlanmamış olmasından daha büyük bir sorun haline gelmiştir. Descartes, katı maddenin (res extensa) tabi olduğu yasalardan farklı yasalara uyan ve res cogitans olarak bilinen bir doğal töz formuna ait olan ruh formunda bir “homunculus” bulunduğunu savunmuştur. Descartes'ın doğal tözler ikiliğinin modern fizikte (Bose ve Fermi istatistikleri) yankıları olsa da, üzerinde uzlaşılmış bir 'yorumlama' tanımı formüle edilmemiştir. Dolayısıyla temsili yorumlama, algının eksik bir açıklaması olarak kalmaktadır. Aristoteles bunu fark ederek basitçe ideaların kendilerinin farkında olmaları gerektiğini yani duyu deneyimlerinin ideaların ötesine geçemeyeceğini öne sürmüştür.

Temsili algı teorisi (soldan sağa zihin-idea-nesne)

Temsilci gerçekçiliğin potansiyel bir sorunu, sadece dünyanın temsilleri hakkında bilgi sahibi olduğumuzda, bu temsillerin karşılık geldikleri varsayılan nesnelere nasıl benzediklerini bilememizdir. Beyninde bir temsil bulunan herhangi bir canlının, kendisini temsil edilen nesnelerle özdeşleştirebilmesi için bu nesnelerle etkileşime girmesi gerekir. Bu sorun, yaşam boyunca dünyayı keşfetme yoluyla öğrenme ile çözülebilir gibi görünmektedir. Ancak, dış dünya sadece çıkarım yoluyla bilinecekse, onun 'gerçek benzerliğinin' bizim algımızdan oldukça farklı olabileceğine dair bir şüphe hala mevcut olabilir. Temsilci gerçekçiler, 'gerçek benzerlik' kavramının mantık açısından tutarsız bir sezgisel kavram olduğunu savunabilirler, çünkü benzerliğin her zaman bir şeyin ele alınma biçimine bağlı olması gerektiğini belirtirler.

Temsili yaklaşımda referans ele alınırken anlamsal bir sorun ortaya çıkar. Bir kişi gerçekten Eyfel Kulesi'ne baktığı bir anda "Eyfel Kulesi'ni görüyorum" derse, "Eyfel Kulesi" terimi neyi ifade eder? Doğrudan gerçekçi yaklaşım, insanların aslında kuleyi görmediklerini, daha ziyade temsili olarak gördüklerini öne sürebilir. Ancak bu, temsili gerçekçinin "görmek" kelimesinin anlamını çarpıttığı anlamına gelir. Temsili görüşe göre bu ifade, Eyfel Kulesi'ne atıfta bulunur ve kule, bir temsil biçiminde deneyimlenir. Temsilci, bir kişinin Eyfel Kulesi'ne atıfta bulunduğunda kendi duyusal deneyimine atıfta bulunduğunu ve başka bir kişinin de Eyfel Kulesi'ne atıfta bulunduğunda kendi duyusal deneyimine atıfta bulunduğunu iddia etmez.

Dahası, temsili gerçekçilik, algısal aracıları tıpkı aynadaki görüntümüzü gözlemlediğimiz gibi algıladığımızı iddia etmektedir. Ancak, bilimsel olarak da doğrulayabileceğimiz üzere, bunun algısal sürecin fizyolojik bileşenleri için doğru olmadığı ortadadır. Bu aynı zamanda metafiziksel olanla fiziksel olanın uyumsuz birlikteliğine ilişkin düalizm sorununu ve onun temsili gerçekçilikle ilişkisini de gündeme getirmektedir.

Homunculus Argümanına yönelik yeni bir itiraz, bu argümanın sadece saf bir duyum görüşüne dayandığını belirtir. Gözler ışık ışınlarına tepki verdiği için, görme duyusunun görmek için gözlere ihtiyaç duyduğunu varsaymak gerekmez. Bu argüman diğer duyulara da uygulanabilir. Görsel duyum, retinaya ulaşan ışık ışınlarıyla veya bu ışınların yansıdığı ya da geçtiği şeylerin özellikleriyle doğrudan benzerlik taşımaz. Bunun nedeni, retinaya ulaşan şeyle sadece ortak değişim benzerlikleri taşımasıdır.[21] Tıpkı bir hoparlöre giden teldeki akımların hoparlörden çıkan seslerle aynı oranda değişmesi ama başka hiçbir benzerlik taşımaması gibi, duyumlar da orantılı olarak değişir ve buna neden olan şeyle doğrudan ilgili olması gerekmez ama girdiyle başka hiçbir benzerlik taşımaz. Bu, deneyimlediğimiz rengin aslında kortekse ait bir olay olduğu ve ışık ışınları ile dış yüzeylerin kendilerinin renkli olmadığı anlamına gelmektedir. Dış dünyada korteks renginin değiştiği orantısal varyasyonlar mevcuttur, fakat bizim deneyimlediğimiz renk değildir. Gilbert Ryle'ın aksine, duyumların beyin süreçleri olduğunu savunanlar beyinde bir “resim” olduğunu savunmak zorunda değildir, çünkü bu teoriye göre bu mümkün olamaz çünkü dış dünyadaki gerçek resimler renkli değildir.[22] Açıkça görülüyor ki Ryle, gözlerin yaptığını düşünmeden duyumun niteliğine aktarmıştır. Alfred Jules Ayer o dönemde Ryle'ın konumunu “çok zayıf” olarak nitelendirmiştir.[23] Yani beyin “gözlerinin” önünde bir “ekran” yoktur, kişinin önünde hiçbir zihinsel nesne yoktur. Thomas Hobbes'un dediği üzere: “Duyuyu nasıl fark ederiz? Duyunun kendisi tarafından”. Moreland Perkins bunu şu şekilde karakterize etmiştir, duyumsama bir topa tekme atmak gibi değildir, daha ziyade “tekme atmaktır”.[24] Bugün hala renklerin dış yüzeylerden, ışık kaynaklarından vs. kaynaklandığını savunan filozoflar bulunmaktadır.[25]

Zarf teorisi

Yukarıdaki tartışma, nesnenin deneyimle nasıl ve ne şekilde bilinebileceği konusunu gündeme getiren bir algısal düalizm sonucuna götürmektedir. Zarf teorisi, bu iki farklı şeyin nesneler olduğunu ve algısal deneyimin aslında duyu verilerini doğrudan deneyimlemek olduğunu öne sürer. Algısal düalizm şunu ifade etmektedir:

Hem farkındalık eylemi hem de bu eylemin farkında olduğu veya farkında olduğu bir nesne. Buna karşın, zarf teorisinin temel fikri, böyle nesnelere ve onlarla birlikte getirdikleri sorunlara gerek olmadığıdır. Bunun yerine, sadece zihinsel bir eylemin veya zihinsel bir durumun kendi içsel karakteriyle, doğrudan deneyimin karakterini açıklamak için yeterli olduğu öne sürülüyor.

Zarf teorisine göre, örneğin, bir madeni para gibi bir şeyi bir açıdan görüp onu gümüş bir oval şekilde gördüğümde, bunu belirli bir şekilde deneyimliyorum. Onu o belirli tarzda algılıyor veya hissediyorum ve bu da deneyimlediğim şeyi açıklıyor. Gerçek dünyada veya zihnimde gerçekten gümüş bir oval nesne olması gerekmez. Onu öyle görmem, zihnimin önünde o rengi ve şekli olan bir şeyin bulunması nedeniyledir. Ancak bu şeylerin zihinle nasıl ilişkilendiğini anlamak zordur. Zarf teorisi, felsefi açıdan daha basit anlaşılır ve duyu verileriyle ilgili tartışmalardan kaçınılır, ancak bu durumları veya bunların anlık deneyimlerimizi nasıl etkilediğini anlamamıza gerçekten yardımcı olmaz.

Ayrıca bakınız

Kaynakça

  1. ^ Lehar, Steve (2000). "The Function of Conscious Experience: An Analogical Paradigm of Perception and Behavior". 13 Haziran 2003 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 3 Haziran 2019. 
  2. ^ Schacter, Daniel (2011). Psychology. Worth Publishers. ISBN 9781429237192.
  3. ^ "Epistemological Problems of Perception - 2.2 Idealism and Phenomenalism". Stanford Encyclopedia of Philosophy. 5 Aralık 2016. 26 Nisan 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 27 Nisan 2022. 
  4. ^ a b Bernecker, S. (2008). The Metaphysics of Memory. Philosophical Studies Series. Springer. s. 62. ISBN 9781402082191. 20 Aralık 2019 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 23 Mart 2016. The distinction between direct and indirect realism about perception has an interesting history. There was a time when perception was understood to be of things themselves, not of our ideas of things. This is what we find in Aristotle and Aquinas, who maintain that the mind or understanding grasps the form of the material object without the matter. What we perceive directly, on this view, are material objects. This changed in the seventeenth century with Descartes and Locke. who can be read as saying that the primary objects of perception are not things external to the mind but sense-data. Sense-data are the messengers that stand between us and physical objects such as tables and chairs. While indirect realism was the standard view of early modern philosophers, nowadays direct realism is, once again, in fashion. 
  5. ^ a b John W. Yolton, Realism and Appearances: An Essay in Ontology, Cambridge University Press, 2000, p. 136.
  6. ^ A. B. Dickerson, Kant on Representation and Objectivity, Cambridge University Press, 2003, p. 85.
  7. ^ Patrick Rysiew, New Essays on Thomas Reid, Routledge, 2017, p. 18.
  8. ^ Michael Della Rocca (ed.), The Oxford Handbook of Spinoza, Oxford University Press, 2017, p. 288.
  9. ^ Daniel Breazeale and Tom Rockmore (eds.), Fichte, German Idealism, and Early Romanticism, Rodopi, 2010, p. 20.
  10. ^ Tom Rockmore, Before and After Hegel: A Historical Introduction to Hegel's Thought, Hackett Publishing, 2003, p. xviii: "Hegel follows Kant ... in limiting claims to know to the empirically real. In short, he adopts a view very similar to Kant's empirical realism."
  11. ^ Michael Beaney (ed.), The Oxford Handbook of the History of Analytic Philosophy, Oxford University Press, 2013, p. 40.
  12. ^ Samuel Lebens, Bertrand Russell and the Nature of Propositions: A History and Defence of the Multiple Relation Theory of Judgement, Routledge, 2017, p. 34.
  13. ^ Robin D. Rollinger, Husserl's Position in the School of Brentano, Phaenomenologica 150, Dordrecht: Kluwer, 1999, p. 224 n. 1.
  14. ^ Putnam, Hilary. Sep. 1994. "The Dewey Lectures 1994: Sense, Nonsense, and the Senses: An Inquiry into the Powers of the Human Mind." The Journal of Philosophy 91(9):445–518.
  15. ^ John McDowell, Mind and World. Harvard University Press, 1994, p. 26.
  16. ^ Roger F. Gibson, "McDowell's Direct Realism and Platonic Naturalism", Philosophical Issues Vol. 7, Perception (1996), pp. 275–281.
  17. ^ Galen Strawson, "Real Direct Realism" 16 Ocak 2017 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi., a lecture recorded 2014 at Marc Sanders Foundation, Vimeo.
  18. ^ John R. Searle, Seeing Things as They Are: A Theory of Perception, Oxford University Press, 2015, p. 15.
  19. ^ Naïve Realism 2 Ekim 2009 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi., University of Reading.
  20. ^ Green, Alex. (2003). The Empirical Description of Conscious Experience 5 Ağustos 2011 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi., The Science and Philosophy of Consciousness.
  21. ^ Sellars, Roy Wood (1919), "The epistemology of evolutionary naturalism", Mind, 28:112, 407-26; se p. 414.
  22. ^ Wright, Edmond (2005), Narrative, Perception, Language, and Faith, Basingstoke: Palgrave Macmillan, pp. 96-102.
  23. ^ Ayer, A. J. (1957) The Problem of Knowledge, Harmondsworth: Penguin Books.
  24. ^ Hobbes, Thomas (1839 [1655]), Elements of Philosophy, The First Section: Concerning Body, London: John Bohn, p. 389; Perkins, Moreland (1983), Sensing the World, Indianapolis IN: Hackett Pub. Co., pp. 286-7.
  25. ^ Michael Tye (2006), 'The puzzle of true blue', Analysis, 66: 173-78; Matthen, Mohan (2009), 'Truly blue: an adverbial aspect of perceptual representation', Analysis, 69:1, 48-54.

İlgili Araştırma Makaleleri

<span class="mw-page-title-main">Algı</span> Duyusal bilginin alınması, yorumlanması, seçilmesi ve düzenlenmesi

Algı, psikoloji ve bilişsel bilimlerde duyusal bilginin alınması, yorumlanması, seçilmesi ve düzenlenmesi anlamına gelir. Algı, duyu organlarının fiziksel uyarılmasıyla oluşan sinir sistemindeki sinyallerden oluşur. Örneğin, görme gözün retinasına düşen ışıkla, işitme kulağa gelen ses ile oluşur. Algı bu sinyallerin sadece pasif bir şekilde alınması değildir. Öğrenme, dikkat, hafıza ve beklenti ile şekillenebilir. Algı, bu "yukarıdan aşağıya etkileri" kapsadığı gibi duyusal girdinin "aşağıdan yukarıya" işlenmesini de içerir. "Aşağıdan yukarıya işlemler", basitçe, düşük seviye bilgi kullanılarak daha yüksek seviyede bilginin oluşturulmasıdır. Yukarıdan aşağıya işlemler ile kastedilen, kişinin kavram ve beklentilerinin algıyı etkilemesidir. Algılama, sinir sisteminin kompleks işlemlerine dayanır, ancak bilinçsel farkındalığın dışında gerçekleştiği için çoğu zaman kişilere zahmetsizce gerçekleşir gibi gelir.

Gerçeklik veya hakikat, günlük kullanımdaki anlamıyla, "var olan her şey" demektir. Bilimde, dinde ve felsefede farklı anlamları vardır. Düşünceden bağımsız olarak zamanda ve mekanda yer kaplayan her şey gerçektir. Herhangi bir şeyin gerçekliği insan zihnine bağlı olmaksızın var olmasıdır.

Varoluş, felsefe tarihi boyunca önem taşımış, her tür felsefi tartışmanın merkezinde yer almış felsefe kavramlarından biridir. Var olanların varlığını bildirir, öz'ün karşıtıdır, yani bir şeyin ne olduğunu değil var olduğunu bildirir. Salt bir var olma durumu olarak varoluş. Felsefe akımlarında ya da okullarında pek çok farklı anlamlarda kullanılıp değerlendirilmiştir. Örneğin skolastik felsefede varoluş, var olan her şeyin gerçekliğini bildirir. Daha dar ve doğa bilimsel anlamda ise varoluş, belirli bir bağlamda uzay-zaman boyutunda yer almak ya da şimdi ve burada var olmak anlamında belirtilir.

Görsel algı çevredeki objelerin görülebilir spektruma yansıttığı ışığı kullanarak çevreyi yorumlayabilme yeteneğidir. Bu, etrafı ne kadar net görmeyi ifade eden görsel keskinlikten farklıdır. Bir kişi 20/20 vizyonu olsa bile görsel algısal işleme ile ilgili problemler yaşayabilir.

<span class="mw-page-title-main">Optik illüzyon</span>

Optik illüzyon ya da göz yanılsaması, görsel olarak algılanan görüntüler ile nesnel gerçekliğin farklı olduğu durumlar için kullanılan terimdir. Göz tarafından toplanan ve beyinde işlenen bilgiler uyaran kaynağının fiziksel ölçümü ile uyuşmayan bir algı oluşturur. Temel olarak 3 tipi vardır: Değişmez optik illüzyonlar ile temsil ettiği nesnelerden farklı algılanan görüntüler oluşturulur, fizyolojik optik illüzyonlar gözlerin ve beynin belirli bir tür aşırı uyarılması ile etki gösterir ve bilişsel illüzyonlar, bilinçsiz çıkarımlar sonucu oluşur.

Gestalt psikolojisi veya gestaltizm, bilişsel süreçler içerisinde özellikle algı ve algısal örgütlenme konularında yoğunlaşmış psikoloji teorisidir. Yirminci yüzyılın ilk yarısında Almanya'da ortaya çıkmıştır. Gestalt psikolojisi kaotik görünen bir dünyada anlamlı bir algıya sahip olmamızın temelde hangi kanunlara dayandığını anlamaya çalışır. Gestalt psikolojisinin ana prensibi zihnin kendi kendisini algıladığı şeylerde bir bütün görmeye organize etmesidir.

<span class="mw-page-title-main">Realizm (sanat)</span>

Realizm veya Gerçekçilik, 19. yüzyılda ortaya çıkan bir sanat akımıdır. Bu yüzyılda gerçekleşen endüstriyel gelişmeler, toplumsal sınıfların belirginleşmesi, insanları duygular dünyasından gerçekler dünyasına itmiştir. Sanatçılar da bu gelişmelere tepki olarak Realist (gerçekçi) çalışmalar gerçekleştirmeye başladılar. Realizm, konuların idealist bir tarzda ele alındığı Romantizm’e bir tepki olarak başladı. Realistler sıradan veya gerçekçi temaları ortaya koyabilmek için teatral dramadan ve sanatın klasik formlarından uzaklaşma eğiliminde oldular.

Psikolojide bir uyaran, bir organizmada duyusal veya davranışsal bir tepki ortaya çıkaran herhangi bir nesne veya olaydır.

Görsel agnozi, görsel olarak sunulan nesnelerin tanınmasında bir bozukluktur. Bunun nedeni görme, dil, hafıza veya zeka eksikliği değildir. Kortikal körlük birincil görme korteksindeki lezyonlar sonucu oluşurken, görsel agnozi beyindeki arka oksipital ve/veya temporal lob (lar) gibi daha ön kortekslere zarar gelmesi sonucu olur.

Zihin felsefesinde, bilişsel psikolojide, sinirbilimde ve bilişsel bilimde zihinsel temsil, dış gerçekliği temsil eden varsayımsal bir içsel-bilişsel semboldür. Başka bir deyişle de "belirli varlıkları veya bilgi türlerini açık bir şekilde işlemek için resmi bir sistem ve sistemin bunu nasıl yaptığına dair bir spesifikasyon" sembolünü kullanan zihinsel bir süreçtir. Zihinsel temsil, gerçekte duyularla mevcut olmayan şeylerin zihinsel imgesidir. Çağdaş felsefede, özellikle zihin felsefesi ve ontoloji gibi metafizik alanlarında, zihinsel temsil, fikirlerin ve kavramların doğasını açıklamanın ve tanımlamanın yaygın yollarından biridir.

Biçim algısı, nesnelerin görsel öğelerinin, özellikle şekiller, desenler ve önceden tanımlanmış önemli özelliklerle ilgili olanların tanınmasıdır. Bir nesne retina tarafından iki boyutlu bir görüntü olarak algılanır, ancak görüntü aynı nesne için görüntülendiği bağlam, nesnenin görünen boyutu, bulunduğu açı açısından farklılık gösterebilir. Görüntülendiğinde ne kadar aydınlandığını ve görüş alanının neresinde bulunduğunu gösterir. Bir nesneyi gözlemlemenin her örneğinin benzersiz bir retina tepki modeline yol açmasına rağmen, beyindeki görsel işleme, bu deneyimleri benzer olarak tanıyabilir ve değişmez nesne tanımaya izin verir. Görsel işleme, en düşük seviyelerin çizgileri ve konturları tanıdığı ve biraz daha yüksek seviyelerin sınırları tamamlama ve kontur kombinasyonlarını tanıma gibi görevleri yerine getirdiği bir hiyerarşide gerçekleşir. En yüksek seviyeler, tüm bir nesneyi tanımak için algılanan bilgiyi bütünleştirir. Esasen nesne tanıma, onları kategorize etmek ve tanımlamak için nesnelere etiketler atama, böylece bir nesneyi diğerinden ayırt etme yeteneğidir. Görsel işleme sırasında bilgi oluşturulmaz, bunun yerine uyarıcının en ayrıntılı bilgisini ortaya çıkaracak şekilde yeniden biçimlendirilir.

<span class="mw-page-title-main">Algı felsefesi</span> Felsefi Yaklaşım

Algı felsefesi, algısal deneyimin doğası ve algısal verilerin durumuyla, özellikle de dünya hakkındaki inançlar veya dünya hakkındaki bilgilerle nasıl ilişkili olduklarıyla ilgilidir. Herhangi bir açık algı açıklaması, çeşitli ontolojik veya metafizik görüşlerden birine bağlılığı gerektirir. Filozoflar, nesnelerin algılarının ve bunlarla ilgili bilgi veya inançların bireyin zihninin yönleri olduğunu varsayan içselci açıklamaları ve bunların bireyin dışındaki dünyanın gerçek yönlerini oluşturduklarını belirten dışsalcı açıklamaları birbirinden ayırır. Son zamanlardaki felsefi çalışmalar, tek görme paradigmasının ötesine geçerek algının felsefi özelliklerini genişletmiştir.

Yapısalcılık ilk olarak 1960'ların sonlarında, daha sonra da 1970'ler boyunca birçok analitik filozof tarafından geliştirilen bilim felsefesindeki aktif bir araştırma alanıdır.

<span class="mw-page-title-main">Qualia</span> algının özellikleri ve genellikle duyusal deneyim

Qualia, felsefede ve belirli psikoloji modellerinde öznel, bilinçli deneyimin bireysel örnekleri olarak tanımlanır. Qualia terimi, belirli bir durum için "ne tür" anlamına gelen Latince quālis sıfatının cinssiz çoğul biçiminden (qualia) türetilmiştir.

<span class="mw-page-title-main">Belirsiz imge</span>

Belirsiz imgeler veya dönüştürülebilir figürler grafik benzerliklerden yararlanarak ve görme sisteminin iki veya daha fazla farklı imge yorumunun diğer özelliklerini kullanarak belirsizlik yaratan görsel formlardır. Çok-kararlı algı olgusuna sebep olmalarıyla bilinirler. Çok-kararlı algı bir imgenin birden fazla fakat kararlı algılar yaratmasıdır.

Ram Roy Bhaskar, eleştirel gerçekçilik (EG) olarak adlandırılan felsefi hareketin başlatıcısı olarak bilinen İngiliz bilim filozofuydu. Bhaskar, bilimin görevinin nicel yasaların keşfinden ziyade "dünyanın fenomenlerini üreten kalıcı ve sürekli aktif doğa mekanizmalarının bilgisinin üretimi" olduğunu savundu. Bu bağlamda deneysel bilimin yalnızca laboratuvarın içinde değil dışında da etki ediyorsa anlamlı olduğunu vurguladı. Mekanizmalar ve nedensel etkiler hakkındaki bu gerçekçiliği sosyal bilim felsefesine uygulamaya devam etti ve ayrıca felsefenin ve insani bilimlerin eleştirel rolünü desteklemek için bir dizi argüman geliştirdi. Bhaskar'a göre, toplum çalışmalarının bilimsel olması mümkündür ve öyle olması arzu edilir.

<span class="mw-page-title-main">James J. Gibson</span> Amerikalı psikolog (1904 – 1979)

James Jerome Gibson Amerikalı bir psikologtu.

Bilimsel gerçekçilik, bilim tarafından tanımlanan evrenin, nasıl yorumlanabileceğine bakmaksızın gerçek olduğunu savunan görüştür. Bilimsel gerçekçiliğe inanan bir kişi, bilimin evrendeki hem fiziksel hem de metafiziksel gerçekleri bulmak için kullanılabileceği yönündeki görüşleri nedeniyle, evrenin bilim tarafından tanımlandığı şekliyle doğru olduğunu kabul etmektedir.

<span class="mw-page-title-main">Saf gerçekçilik</span>

Saf gerçekçilik, algı felsefesi ve epistemolojide duyuların bize nesnelerin gerçekte oldukları gibi doğrudan farkındalığını sağladığını söyleyen fikridir. Doğrudan gerçekçilik olarak anıldığında, saf gerçekçilik genellikle dolaylı gerçekçilik kavramıyla karşılaştırılır.

Anormal deneyimler, iyi huylu halüsinasyonlar gibi, zihinsel ve fiziksel sağlığı yerinde olan bir kişide, yorgunluk, sarhoşluk veya duyusal yoksunluk gibi geçici bir tetikleyici faktörün görünürde yokluğunda bile ortaya çıkabilmektedir.