Doğrudan ve dolaylı gerçekçilik
Doğrudan ya da saf gerçekçilik, dolaylı ya da temsili gerçekçiliğin aksine, algı felsefesi ve zihin felsefesinde, bilinçli deneyimlerin doğasını tanımlayan farklı yöntemlerdir.[1] Bunlar, çevremizde gördüğümüz dünyanın gerçek dünyanın kendisi mi yoksa bilinçli deneyimlerimiz tarafından üretilen bu dünyanın içsel bir algısal kopyası mı olduğu metafizik sorusundan yola çıkmaktadır.
Dolaylı gerçekçilik, öznelerin dış dünyayı gerçekte olduğu gibi deneyimlemediği, onu kavramsal bir çerçevenin merceğinden algıladığı şeklindeki bilimsel görüşe genel olarak karşılık gelmektedir.[2] Ayrıca dolaylı gerçekçilik, psikoloji ve bilişsel bilimdeki bilişselcilik paradigmasının temel bir ilkesidir. Yüzeysel bir örtüşme olsa da, dolaylı model, yalnızca fikirlerin gerçek olduğunu, zihinden bağımsız nesnelerin olmadığını savunan idealizmin bakış açısından farklılık gösterir.[3]
Buna karşılık, doğrudan gerçekçilik, bilinçli öznelerin dünyayı doğrudan gördüğünü ve kavramları 1:1 karşılıklılık olarak ele aldığını varsaymaktadır. Ayrıca bu çerçeve, bilginin temsili bir ortam aracılığıyla geldiği önermesini ve kavramların gerçek bir dış dünyadan elde edilen duyusal girdilerin yorumları olduğu fikrini de reddetmektedir.
Tarih
Aristoteles doğrudan gerçekçiliğin bir tanımını yapan ilk kişidir. Ruh Üzerine adlı eserinde, gören kişinin, gözün etkilendiği araya giren maddi süreklilik üzerinde taşınan hilomorfik form aracılığıyla nesnenin kendisinden nasıl haberdar olduğunu tarif etmektedir.[4]
Orta Çağ felsefesinde saf gerçekçilik Thomas Aquinas isimli İtalyan filozof ve teolog tarafından savunulmuştur.[4]
Dolaylı gerçekçilik, René Descartes,[5] John Locke,[5] Gottfried Leibniz,[6] ve David Hume dahil olmak üzere birçok erken dönem modern filozofu arasında popüler bir kavramdır.
Ortakgörü felsefesinin önemli bir üyesi olan Thomas Reid, doğrudan gerçekçiliğin bir savunucusuydu.[7] Doğrudan gerçekçi yaklaşımlar Baruch Spinoza'ya atfedilmiştir.[8]
Geç modern dönem filozofları Johann Gottlieb Fichte ve Georg Wilhelm Friedrich Hegel ampirik gerçekçiliği benimsemede Kant'ı takip etmiştir.[9][10] Doğrudan gerçekçilik, John Cook Wilson tarafından Oxford derslerinde de savunulmuştur.[11] Öte yandan Gottlob Frege (“Über Sinn und Bedeutung”(Anlam ve mana hakkında) adlı 1892 tarihli makalesinde) dolaylı gerçekçiliği benimsemiştir [12]
Çağdaş felsefede dolaylı gerçekçiliğin savucuları arasında özellikle Edmund Husserl [13] ve Bertrand Russell bulunmaktadır. Doğrudan gerçekçilik ise Hilary Putnam,[14] John McDowell,[15][16] Galen Strawson,[17] ve John Searle gibi isimler tarafından benimsenmiştir.[18]
Doğrudan gerçekçiliğe karşı argümanlar
Yanılsama argümanı
Bu argüman “ilk olarak George Berkeley tarafından az ya da çok açık bir biçimde ortaya atılmıştır.” Çelişen görünüme sahip olma sorunu olarak da anılmaktadır. “Bilgilendirilmiş sağduyunun” genellikle algıların algı organlarına bağlı olduğunu işaret ettiği ileri sürülmüştür. Örneğin, insanlar sinekler gibi bileşik gözlere sahip olsalardı görsel bilgileri çok farklı şekilde alacaklardı ve kızılötesi dedektörler veya yankı belirleme cihazları gibi tamamen farklı duyu organlarıyla nesnelerin nasıl görüneceğini hayal bile edemeyeceklerdi. Dahası, örneğin Müller-Lyer yanılsaması gibi optik illüzyonların da gösterdiği gibi, algı sistemleri tam olarak çalışır durumdayken bile nesneleri yanlış gösterebilmektedir. Hatta daha çarpıcı bir şekilde, bazen insanlar aslında orada olmayan şeyleri algılayabilirler ki bu durum “halüsinasyon” veya “algısal yanılsama” olarak adlandırılabilir.[19]
Yanılsama argümanı, duyu verilerinin algının dolaysız nesneleri olarak ortaya konması gerektiğini iddia etmektedir. İllüzyon veya halüsinasyon durumlarında nesne, o durumdaki hiçbir kamusal fiziksel nesnenin sahip olmadığı niteliklere bürünür ve dolayısıyla bu tür herhangi bir nesneden farklı olmalıdır. Saf gerçekçilik bu olguları kendi muğlaklığı nedeniyle olduğu gibi kabul edebilir, ancak bu tür vakalar tarafından çürütülecek kadar spesifik ya da detaylı bir gerçekçilik anlayışı ortaya koyamaz. Buna daha gelişmiş bir doğrudan gerçekçinin yanıtı, çeşitli yanlış algılama, başarısız algılama ve algısal görelilik durumlarının duyu verilerinin var olduğunu varsaymamızı gerektirmediğini göstermek olacaktır. Suya batırılmış bir çubuk eğik göründüğünde, doğrudan gerçekçi bir kişi çubuğun gerçekten eğik olduğunu söylemek zorunda değildir, fakat çubuğun birden fazla görünüme sahip olabileceğini söyleyebilir. Çubuktan yansıyan ışık kişinin gözüne eğri bir şekilde ulaştığında düz bir çubuk eğik görünebilir, ancak bu görünüm zihindeki bir duyu verisi olmak zorunda değildir. Benzer şekilde, bir bakış açısından dairesel, başka bir bakış açısından ise oval şekilli görünen madeni para için de benzer şeyler söylenebilir. Parmağınızla göz kürenize bastırmanız çift görme etkisi yaratsa da, iki duyu verisinin varlığının gereksiz olduğunu varsayan doğrudan gerçekçi, her biri dünyanın farklı bir görüntüsünü veren iki gözü olduğunu söyleyebilmektedir. Genellikle gözler aynı yöne odaklanırlar, ancak bazen odaklanmazlar.
Bu yanıt, muhtemelen daha önce gözlemlenen verilere dayanmaktadır. Eğer kişi sudaki çubuktan başka bir şey gözlemleyemezse, daha önce hiçbir bilgi olmaksızın, çubuğun bükülmüş olduğunu görecektir. Özellikle, görsel derinlik, gözlem noktasından dışa doğru dairesel bir doğrultuda nesneler arasındaki mesafenin gerçek bir deneyimi değil, bir dizi çıkarımdır.[20] Tüm ampirik kanıtlar gözleme dayanıyorsa, o zaman her algı ve her duyuya ilişkin tüm gelişmiş hafıza ve bilgi, eğik çubuk kadar çarpık olacaktır. Farklı özelliklere sahip nesneler, farklı açılardan deneyimlendiğinde, hangi deneyimin gerçek fiziksel nesneyi yansıttığını belirlemek zor olabilir. Bu nedenle, deneyimlediğimiz nesnelerin her zaman fiziksel nesnelerden farklı olduğunu veya fiziksel nesnenin hangisi olduğunu belirlemenin imkansız olduğunu söyleyebiliriz. Epistemolojik olarak, fiziksel nesneler doğrudan deneyimlenmiyormuş gibi görünüyor, durum böyle olsa da olmasa da.
Dolaylı gerçekçiliğe karşı argümanlar
Dolaylı gerçekçilikle ilgili bir husus, basit veri akışı ve bilgi işleme olduğu kabul edildiğinde, beyinde bir şeyin gelen verileri yorumlaması gerekliliğidir. Bu şey genellikle bir homunculus olarak tanımlanmaktadır. Homunculus terimi aynı zamanda sürekli bir gerileme meydana getiren bir varlığı ima etmek için de kullanılmaktadır ve bunun kastedilmesi gerekmemektedir. Bu da algıda basit veri akışı ve bilgi işlemeden daha farklı bir olgunun söz konusu olduğunu göstermektedir. Bu, Newton'dan önce yaşayan Descartes gibi rasyonalist filozoflar için fiziksel süreçlerin yeterince tanımlanmamış olmasından daha büyük bir sorun haline gelmiştir. Descartes, katı maddenin (res extensa) tabi olduğu yasalardan farklı yasalara uyan ve res cogitans olarak bilinen bir doğal töz formuna ait olan ruh formunda bir “homunculus” bulunduğunu savunmuştur. Descartes'ın doğal tözler ikiliğinin modern fizikte (Bose ve Fermi istatistikleri) yankıları olsa da, üzerinde uzlaşılmış bir 'yorumlama' tanımı formüle edilmemiştir. Dolayısıyla temsili yorumlama, algının eksik bir açıklaması olarak kalmaktadır. Aristoteles bunu fark ederek basitçe ideaların kendilerinin farkında olmaları gerektiğini yani duyu deneyimlerinin ideaların ötesine geçemeyeceğini öne sürmüştür.
Temsilci gerçekçiliğin potansiyel bir sorunu, sadece dünyanın temsilleri hakkında bilgi sahibi olduğumuzda, bu temsillerin karşılık geldikleri varsayılan nesnelere nasıl benzediklerini bilememizdir. Beyninde bir temsil bulunan herhangi bir canlının, kendisini temsil edilen nesnelerle özdeşleştirebilmesi için bu nesnelerle etkileşime girmesi gerekir. Bu sorun, yaşam boyunca dünyayı keşfetme yoluyla öğrenme ile çözülebilir gibi görünmektedir. Ancak, dış dünya sadece çıkarım yoluyla bilinecekse, onun 'gerçek benzerliğinin' bizim algımızdan oldukça farklı olabileceğine dair bir şüphe hala mevcut olabilir. Temsilci gerçekçiler, 'gerçek benzerlik' kavramının mantık açısından tutarsız bir sezgisel kavram olduğunu savunabilirler, çünkü benzerliğin her zaman bir şeyin ele alınma biçimine bağlı olması gerektiğini belirtirler.
Temsili yaklaşımda referans ele alınırken anlamsal bir sorun ortaya çıkar. Bir kişi gerçekten Eyfel Kulesi'ne baktığı bir anda "Eyfel Kulesi'ni görüyorum" derse, "Eyfel Kulesi" terimi neyi ifade eder? Doğrudan gerçekçi yaklaşım, insanların aslında kuleyi görmediklerini, daha ziyade temsili olarak gördüklerini öne sürebilir. Ancak bu, temsili gerçekçinin "görmek" kelimesinin anlamını çarpıttığı anlamına gelir. Temsili görüşe göre bu ifade, Eyfel Kulesi'ne atıfta bulunur ve kule, bir temsil biçiminde deneyimlenir. Temsilci, bir kişinin Eyfel Kulesi'ne atıfta bulunduğunda kendi duyusal deneyimine atıfta bulunduğunu ve başka bir kişinin de Eyfel Kulesi'ne atıfta bulunduğunda kendi duyusal deneyimine atıfta bulunduğunu iddia etmez.
Dahası, temsili gerçekçilik, algısal aracıları tıpkı aynadaki görüntümüzü gözlemlediğimiz gibi algıladığımızı iddia etmektedir. Ancak, bilimsel olarak da doğrulayabileceğimiz üzere, bunun algısal sürecin fizyolojik bileşenleri için doğru olmadığı ortadadır. Bu aynı zamanda metafiziksel olanla fiziksel olanın uyumsuz birlikteliğine ilişkin düalizm sorununu ve onun temsili gerçekçilikle ilişkisini de gündeme getirmektedir.
Homunculus Argümanına yönelik yeni bir itiraz, bu argümanın sadece saf bir duyum görüşüne dayandığını belirtir. Gözler ışık ışınlarına tepki verdiği için, görme duyusunun görmek için gözlere ihtiyaç duyduğunu varsaymak gerekmez. Bu argüman diğer duyulara da uygulanabilir. Görsel duyum, retinaya ulaşan ışık ışınlarıyla veya bu ışınların yansıdığı ya da geçtiği şeylerin özellikleriyle doğrudan benzerlik taşımaz. Bunun nedeni, retinaya ulaşan şeyle sadece ortak değişim benzerlikleri taşımasıdır.[21] Tıpkı bir hoparlöre giden teldeki akımların hoparlörden çıkan seslerle aynı oranda değişmesi ama başka hiçbir benzerlik taşımaması gibi, duyumlar da orantılı olarak değişir ve buna neden olan şeyle doğrudan ilgili olması gerekmez ama girdiyle başka hiçbir benzerlik taşımaz. Bu, deneyimlediğimiz rengin aslında kortekse ait bir olay olduğu ve ışık ışınları ile dış yüzeylerin kendilerinin renkli olmadığı anlamına gelmektedir. Dış dünyada korteks renginin değiştiği orantısal varyasyonlar mevcuttur, fakat bizim deneyimlediğimiz renk değildir. Gilbert Ryle'ın aksine, duyumların beyin süreçleri olduğunu savunanlar beyinde bir “resim” olduğunu savunmak zorunda değildir, çünkü bu teoriye göre bu mümkün olamaz çünkü dış dünyadaki gerçek resimler renkli değildir.[22] Açıkça görülüyor ki Ryle, gözlerin yaptığını düşünmeden duyumun niteliğine aktarmıştır. Alfred Jules Ayer o dönemde Ryle'ın konumunu “çok zayıf” olarak nitelendirmiştir.[23] Yani beyin “gözlerinin” önünde bir “ekran” yoktur, kişinin önünde hiçbir zihinsel nesne yoktur. Thomas Hobbes'un dediği üzere: “Duyuyu nasıl fark ederiz? Duyunun kendisi tarafından”. Moreland Perkins bunu şu şekilde karakterize etmiştir, duyumsama bir topa tekme atmak gibi değildir, daha ziyade “tekme atmaktır”.[24] Bugün hala renklerin dış yüzeylerden, ışık kaynaklarından vs. kaynaklandığını savunan filozoflar bulunmaktadır.[25]
Zarf teorisi
Yukarıdaki tartışma, nesnenin deneyimle nasıl ve ne şekilde bilinebileceği konusunu gündeme getiren bir algısal düalizm sonucuna götürmektedir. Zarf teorisi, bu iki farklı şeyin nesneler olduğunu ve algısal deneyimin aslında duyu verilerini doğrudan deneyimlemek olduğunu öne sürer. Algısal düalizm şunu ifade etmektedir:
Hem farkındalık eylemi hem de bu eylemin farkında olduğu veya farkında olduğu bir nesne. Buna karşın, zarf teorisinin temel fikri, böyle nesnelere ve onlarla birlikte getirdikleri sorunlara gerek olmadığıdır. Bunun yerine, sadece zihinsel bir eylemin veya zihinsel bir durumun kendi içsel karakteriyle, doğrudan deneyimin karakterini açıklamak için yeterli olduğu öne sürülüyor.
Zarf teorisine göre, örneğin, bir madeni para gibi bir şeyi bir açıdan görüp onu gümüş bir oval şekilde gördüğümde, bunu belirli bir şekilde deneyimliyorum. Onu o belirli tarzda algılıyor veya hissediyorum ve bu da deneyimlediğim şeyi açıklıyor. Gerçek dünyada veya zihnimde gerçekten gümüş bir oval nesne olması gerekmez. Onu öyle görmem, zihnimin önünde o rengi ve şekli olan bir şeyin bulunması nedeniyledir. Ancak bu şeylerin zihinle nasıl ilişkilendiğini anlamak zordur. Zarf teorisi, felsefi açıdan daha basit anlaşılır ve duyu verileriyle ilgili tartışmalardan kaçınılır, ancak bu durumları veya bunların anlık deneyimlerimizi nasıl etkilediğini anlamamıza gerçekten yardımcı olmaz.
Ayrıca bakınız
Kaynakça
- ^ Lehar, Steve (2000). "The Function of Conscious Experience: An Analogical Paradigm of Perception and Behavior". 13 Haziran 2003 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 3 Haziran 2019.
- ^ Schacter, Daniel (2011). Psychology. Worth Publishers. ISBN 9781429237192.
- ^ "Epistemological Problems of Perception - 2.2 Idealism and Phenomenalism". Stanford Encyclopedia of Philosophy. 5 Aralık 2016. 26 Nisan 2022 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 27 Nisan 2022.
- ^ a b Bernecker, S. (2008). The Metaphysics of Memory. Philosophical Studies Series. Springer. s. 62. ISBN 9781402082191. 20 Aralık 2019 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 23 Mart 2016.
The distinction between direct and indirect realism about perception has an interesting history. There was a time when perception was understood to be of things themselves, not of our ideas of things. This is what we find in Aristotle and Aquinas, who maintain that the mind or understanding grasps the form of the material object without the matter. What we perceive directly, on this view, are material objects. This changed in the seventeenth century with Descartes and Locke. who can be read as saying that the primary objects of perception are not things external to the mind but sense-data. Sense-data are the messengers that stand between us and physical objects such as tables and chairs. While indirect realism was the standard view of early modern philosophers, nowadays direct realism is, once again, in fashion.
- ^ a b John W. Yolton, Realism and Appearances: An Essay in Ontology, Cambridge University Press, 2000, p. 136.
- ^ A. B. Dickerson, Kant on Representation and Objectivity, Cambridge University Press, 2003, p. 85.
- ^ Patrick Rysiew, New Essays on Thomas Reid, Routledge, 2017, p. 18.
- ^ Michael Della Rocca (ed.), The Oxford Handbook of Spinoza, Oxford University Press, 2017, p. 288.
- ^ Daniel Breazeale and Tom Rockmore (eds.), Fichte, German Idealism, and Early Romanticism, Rodopi, 2010, p. 20.
- ^ Tom Rockmore, Before and After Hegel: A Historical Introduction to Hegel's Thought, Hackett Publishing, 2003, p. xviii: "Hegel follows Kant ... in limiting claims to know to the empirically real. In short, he adopts a view very similar to Kant's empirical realism."
- ^ Michael Beaney (ed.), The Oxford Handbook of the History of Analytic Philosophy, Oxford University Press, 2013, p. 40.
- ^ Samuel Lebens, Bertrand Russell and the Nature of Propositions: A History and Defence of the Multiple Relation Theory of Judgement, Routledge, 2017, p. 34.
- ^ Robin D. Rollinger, Husserl's Position in the School of Brentano, Phaenomenologica 150, Dordrecht: Kluwer, 1999, p. 224 n. 1.
- ^ Putnam, Hilary. Sep. 1994. "The Dewey Lectures 1994: Sense, Nonsense, and the Senses: An Inquiry into the Powers of the Human Mind." The Journal of Philosophy 91(9):445–518.
- ^ John McDowell, Mind and World. Harvard University Press, 1994, p. 26.
- ^ Roger F. Gibson, "McDowell's Direct Realism and Platonic Naturalism", Philosophical Issues Vol. 7, Perception (1996), pp. 275–281.
- ^ Galen Strawson, "Real Direct Realism" 16 Ocak 2017 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi., a lecture recorded 2014 at Marc Sanders Foundation, Vimeo.
- ^ John R. Searle, Seeing Things as They Are: A Theory of Perception, Oxford University Press, 2015, p. 15.
- ^ Naïve Realism 2 Ekim 2009 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi., University of Reading.
- ^ Green, Alex. (2003). The Empirical Description of Conscious Experience 5 Ağustos 2011 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi., The Science and Philosophy of Consciousness.
- ^ Sellars, Roy Wood (1919), "The epistemology of evolutionary naturalism", Mind, 28:112, 407-26; se p. 414.
- ^ Wright, Edmond (2005), Narrative, Perception, Language, and Faith, Basingstoke: Palgrave Macmillan, pp. 96-102.
- ^ Ayer, A. J. (1957) The Problem of Knowledge, Harmondsworth: Penguin Books.
- ^ Hobbes, Thomas (1839 [1655]), Elements of Philosophy, The First Section: Concerning Body, London: John Bohn, p. 389; Perkins, Moreland (1983), Sensing the World, Indianapolis IN: Hackett Pub. Co., pp. 286-7.
- ^ Michael Tye (2006), 'The puzzle of true blue', Analysis, 66: 173-78; Matthen, Mohan (2009), 'Truly blue: an adverbial aspect of perceptual representation', Analysis, 69:1, 48-54.