İçeriğe atla

Dünya sistemi teorisi

Modern Dünya Sistemi Teorisi, Immanuel Wallerstein'ın küresel ekonomik yapıyı merkez (center) ve çevre (periphery) kavramları aracılığıyla analiz ederek bağımlılık ilişkileri çerçevesinde yorumladığı bir teoridir.

Dünyaca tanınmış sosyolog ve dünya sistemleri analisti Immanuel Wallerstein, "Modern Dünya Sistemi" adlı eserinde, ülkeler arasındaki eşitsizlikleri açıklamaya yönelik 'Dünya Sistemi Teorisi'ni ele alır. Kapitalist dünya sistemi, siyasi, ekonomik ve kültürel yönlerden homojen bir yapıya sahip değildir. Sistem içerisindeki sosyal sınıf farklılıkları, sermayedeki artış ve zamanla ortaya çıkan değişikliklerle belirginleşir.

Merkez çevre

Modern Dünya Sistemi Teorisinin[1] Immanuel Wallerstein tarafından geliştirilen bir yaklaşımdır. Bu teori, dünyayı "merkez", "çevre" ve aralarındaki dinamik ilişkilere göre değişken olan "yarı çevre" bölgeleri olmak üzere üç ana kategoride değerlendirir. Merkezi bölgeler teknolojik yeniliklere öncülük ederken, çevre bölgeler bu merkezlere kaynak sağlama rolünde bulunur. Yarı çevre bölgeler ise kimi zaman merkeze kimi zaman ise çevreye yakın özellikler gösterir. 20. yüzyılın sonları itibarıyla Doğu Avrupa, Çin ve Brezilya yarı çevre bölgeler olarak kabul edilmektedir.

Wallerstein'ın teorisine göre, bu sistem, devletlerin oluşturduğu bir toplumu tasvir ederken, bu toplumu bir araya getiren temel unsur ekonomidir. Özellikle kapitalist ekonomik yapı, sınırsız sermaye birikimi hedefiyle çalışır. Bu birikim, ulusal sınırları aşarak bölgesel genişlemelere yol açar, bu süreçte iş gücü verimli bir şekilde kullanılır. Ancak bu genişleyen kapitalist sistem, ulusal kültürlerin farklılaşmasına neden olan süreçlerle de çelişir ve bazen ulusal farklılıkları siler. Bu sürece, ekonomik, politik ve kültürel entegrasyonun bir sonucu olarak "küreselleşme" adı verilir. Bu, etnik ve ulusal sınırların ötesinde evrensel bir yapı oluşturma eğilimini ifade eder.

Wallerstein'ın teorik yaklaşımında kültürel birliktelikte önemli bir yer tutar. Ona göre, sistem içerisinde farklı kültürler zamanla birbirine benzemeye başlar. Bu, çeşitli iş birlikleri ve etkileşimler sonucu gerçekleşir. Wallerstein, tek tip bir kültürün var olmadığını savunurken, kültürlerin bu etkileşimler sonucunda zamanla birbirine benzeyeceği ve belki de tek tip bir yapıya dönüşeceği görüşündedir.[2]

Tarihsel süreç

Modern Dünya Sistemi Teorisi'nin tarihsel süreci 16. yüzyılda Avrupa'da başlamış ve 19. yüzyılda globalleşerek tüm dünyayı kapsamıştır. Immanuel Wallerstein, bu teorik yaklaşımında Kondratieff'in uzun dalgalar modelini benimsemiştir. Bu model, arzdaki istikrarlı değişimin talepteki istikrarsız değişimle birleşmesi sonucunda ortaya çıkmıştır. Sanayileşme süreci, kapitalist dünya ekonomisinin gücünü artırmış, bu da düzenli ticaretin, sanayi ve ham madde arayışının uluslararası yeni pazarlara yönlendirilmesine olanak tanımıştır.

Wallerstein'ın dünya sistemi analizi üç ana yapı üzerine kuruludur: merkez, çevre ve yarı çevre. Bu yapılar arasındaki ilişki, temelde güç dengeleri tarafından belirlenir. Batılı ve Batılı olmayan devletler arasındaki ilişkiler, toplumsal yapıdaki üst, orta ve alt tabakaların merkez, yarı çevre ve çevre şeklindeki temsilinden kaynaklanır. Bu üç kategori, bölgesel değişikliklere göre farklı emek oranlarına sahip olup, bu nedenle eşitsiz bir burjuva-proletarya dağılımı oluşturmaktadır. Merkez, kapitalist dünya ekonomisinden en çok fayda sağlayan yapıdır. Yarı çevre, Wallerstein'ın teorisine özgü bir kavramdır ve merkez ile çevre arasında bir ara konumda bulunur.

Wallerstein'ın analizleri, olumlu yorumların yanı sıra bazı eleştirilere de maruz kalmıştır. Özellikle, Wallerstein'ın kapitalizmi merkeze alış biçimi, onun Karl Marx'tan etkilendiğini gösterir niteliktedir. Ancak bu yaklaşım, dünyayı anlama ve yorumlama konusunda değerli bir araç olarak kabul edilmektedir.

Teori hakkında

Bir kurumsal yapı olarak devletin modernliğinin bir anlamda hem devletin birey ve toplum ile kurduğu ilişki biçiminde, hem de birey ve toplumun devlet ile kurduğu ilişki şeklinde olduğunu söyleyebiliriz. Devlet ile sivil toplumun ayrışması, geleneksel devlet-birey/birey-toplum ilişkilerini değiştirmiş ve devletin kurumsallaşması yolunda önemli bir ilk modern adım olarak ortaya çıkmıştır. Bütün bu tarihsel durumlar, modern devletin düşünsel kökenleri hakkında birtakım çıkarmalarda bulunma imkânı vermektedir. Devletler, işleyişlerinde uymak zorunda oldukları bir dizi kural ve onsuz yaşamlarını sürdüremedikleri bir dizi meşrulaştırıcılardan oluşan bir devletler arası sistemin ayrılmaz bir biçimi olarak gelişmiş ve biçimlendirilmiştir. Devletler arası sistemin kuralları kuşkusuz, rıza ya da fikir birliği yoluyla değil, kuvvetli devletlerin kuralları daha zayıf devletlere, başka bir şekilde ise birbirlerine dayatma isteği ve yetkisiyle uygulanmaktadır. Devletler hiçbir şekilde özerk varlıklar olamazlar, ama daha çok modern sistemin başlıca kurumsal özelliklerini oluştururlar. Bazı devletler diğerlerine göre daha fazla güçlü durumdadırlar. Bu yüzden egemen devletlerin sahip olduğu kapitalist ekonomik üretim tarzının dönemsel olarak geçirdiği krizler ve kendi aralarındaki çekişmeler dünya sisteminin kusursuz işlemesini önler. Dünya sistemi ekonomik temele dayandırılır, fakat bunun haricinde sistemin ideolojisini ve kültürel alt yapısını da vurgulamaktadır. Bu yüzden bir bütün olarak, politik, sosyolojik ve tarihsel bir dünya sistemi kuramı ortaya koyar. Bu olaylar özelinde birbirinden bağımsız gibi görülen ve daha çok yerel etkiler ve sonuçlarmış gibi algılanan ekonomik, siyasal ve kültürel olayları ve ilişkileri büyük bir yapı içinde birbirine bağlayarak, sistematik hale getirmek üzerine kuruludur. Bu bir anlamda, ekonomi, siyaset ve kültür gibi çeşitli alanlarla birbirine bağlanmış, işlevsel parçalarını devletlerin oluşturduğu büyük ve tek bir toplumu tasvir etmeye çalışmaktadır. Dünya sistemi öncelikle kapitalist dünya ekonomisine dayanır. Kapitalist dünya ekonomisi, belli üretim türlerinin yani kapitalist üretim tarzının, tarihsel bir süreç içinde sermaye birikiminin belli sınırlı bölgelerde yoğunlaşmasına dayanan, hiyerarşik bir dağılım eşitsizliğini içeren sistemdir. Bu yoğunlaşma, kapitalist tekellerin ayakta kalmasını güvence altına almaya çalışacak olan devlet yapılarının desteklenmesini mümkün kılmaktadır. Ancak tekeller doğaları gereği kırılgan olduklarından modern dünya sisteminin bu yoğunlaşma merkezleri, tarih boyunca bazen sabit, bazen süreksiz ve sınırlı olmuştur. Yeniden konumlanmanın değişim mekanizmaları döngüsel ritimler olan kondratiyef döngülerdir. Bu döngüler, 50-60 yıllık dönemlerde kâr kaynaklarının, üretim ve finans alanları arasındaki dönüşümünü ifade eder. Bu döngüler, ekonomik gelişimlerle ve siyasi gelişimlerle paralellik gösterir. Örneğin, Berlin duvarının yıkılışı ve sonrasında SSCB’nin dağılışı komünizmlerin ve modern dünyada ideolojik bir güç olarak Marksizm-Leninizm’in çöküşü olarak değerlendirilmiştir. Bu olaylar, doğrudur ve bir ideoloji olarak liberalizmin nihai zaferi olarak da kutlanmıştır. Ancak bu zafer algısı gerçekliğin tamamen yanlış algılanmasıdır. Tam tersine aynı olaylar daha da büyük ölçüde liberalizmin çöküşünü ve liberalizm sonrası dünyaya kesin olarak gelişimizi göstermektedir. Wallerstein’in tarihsel sosyolojisine göre liberalizm, Fransız devrimi sonrasında tarih sahnesine çıkmış, başlangıçta sadece birkaç devlette hâkim olmuş, daha sonra dünya sisteminde egemen ideoloji olarak hızla zafere yükselmiştir ve son birkaç yılda aynı derecede ani bir biçimde tahttan iniş sürecine girmiştir. Aslında söz konusu yılı 1789-1989 döneminin, yani modern dünya sisteminin küresel ideolojisi, jeokültürü olan liberalizmin zaferi ve çöküşü, yükselişi ve giderek ölüşü döneminin sonu olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır. Bu şekilde 1989 yılı çoğu insanın Fransız Devrimi sloganlarının bugün ya da yakın gelecekte gerçekleşecek olan tartışmasız tarihsel gerçekliği yansıttığına inandığı bir siyasal kültürel dönemin sonunu gösterecektir.

Liberalizmin, Fransız devriminin başlattığı siyasi çalkantılara dayanan kökleri enine boyuna tartışılmıştır. Çoğu çözümlemeci, liberalizmin Avrupa’da 1914 itibarıyla zafere ulaştığına hemfikirken bazıları o dönemden itibaren çöküşün başladığını ileri sürmektedir.

Modern dünya sistemi kapitalist bir dünya ekonomisidir ve sonsuz sermaye biriktirme dürtüsünün hükmü altındadır. Bu dünya sistemi yüzyıllar içinde genişleyip dünyanın diğer bölümlerini de sırasıyla kendi yarattığı iş bölümü içine dahil etmiştir. Bu iş bölümü Avrupa, Rusya, Uzak Doğu ve Afrika’yı içermektedir. Wallerstein 1945-1990 dönemi dünya sisteminin temel özelliklerini ve iş bölümü içindeki geniş coğrafyanın ABD ile ilişkilerini dört noktada toplamaktadır. Birinci nokta dünya sisteminin çatısının oluşmasıdır, ABD bu dönem (1945-1990) içinde tek kutuplu bir dünya sistemindeki hegemonik güçtür, 1945’ten itibaren ekonomik verimlilikte sağladığı ezici üstünlüğe ve Batı Avrupa-Japonya ile kurduğu ittifak sistemine dayanan gücü 1967-1973 civarında doruğuna ulaşmıştır. ABD askerî ve ekonomik avantajını hızlı bir biçimde kurumsallaştırarak, yaklaşık yirmi beş yıl boyunca dünya siyaset ve ekonomi arenalarında tüm önemli kararları fiilen kontrol etmesini ya da yönlendirmesini mümkün kılan bir hegemonya yaratabilmiştir. İkinci nokta sistemin yapısıyla ilgilidir, bu dönemde (1945-1990) ABD ile SSCB, SSCB’nin ABD’nin bir alt-emperyalist ajanı olarak hareket ettiği, üst düzeyde yapılaşmış, özenle dizginlenen, biçimsel olarak bir çatışmaya girmişlerdi. Benzer biçimde ABD ile SSCB ilişkisinin yüzeydeki görüntüsü başka, altında yatan gerçeklik başkaydı. Bunlar, toplumun iyiliği konusunda, tarihsel gerçekliğin oldukça farklı yorumlarına dayanan alternatif vizyonları temsil etmekteydi. SSCB bölgesinde düzen ve istikrarı garanti etmeye çabalarken, aslında ABD’nin dünya çapındaki hegemonyasını sürdürme becerisini geliştiren koşullara yardımcı olmuştur. Üçüncü nokta sistemin çevresiyle (periferisiyle) ilgilidir, üçüncü dünya, kuzey ülkelerinin öngördüğünden ve dilediğinden daha erken bir dönemde, daha eksiksiz haklar talep ederek, ABD, SSCB ve Batı Avrupa’nın dikkatini çekti. 1945’te hiç kimse üçüncü dünyayı, dünya sahnesinde ciddiye alınacak bir siyasi aktör olarak görmüyordu. Kuşkusuz ABD’nin üçüncü dünyaya yönelik bir programı vardı. Bu, 1917’de Woodrow Wilson tarafından ilan edilmişti ve ulusların kendi kaderini tayini diye adlandırılıyordu. Leninizm birçok açıdan Wilsonculuğun kılık değiştirmiş haliydi. Wilsoncu programla özünde aynıydı. Çünkü Leninizm’de Wilsonculuk gibi önce yeni bir egemenlik kuracak siyasi değişimi, daha sonra etkin bir devlet bürokrasisinin kurulmasını, üretim sürecinin geliştirilmesini (sanayileşme) ve bir toplumsal altyapının oluşturulmasını içeren ekonomik değişimi hedefliyordu. Wilsoncuların hem de Leninistlerin vadettiği sonuç, arayı kapatmak, zengin ve yoksul ülkeler arasındaki uçurumu ortadan kaldırmaktı. Son nokta sistemin krizidir, 1970’ler ve 1980’ler, küresel bir ekonomik durgunluk, ABD’nin yaklaşan düşüşe direnişi ve üçüncü dünyanın kendi stratejisinden ötürü hayal kırıklığına uğrama dönemiydi. 1970’te ABD gücünün zirvesine ve sınırına ulaşmıştı. Erimekte olan altın rezervleri onu, sabit altın-dolar paritesini terk etmeye zorladı. Tam Kondratiyef B safhasına girildiği sırada, Batı Avrupa ve Japonya’nın ekonomik büyümesi artık ABD’nin verimlilik düzeylerini yakalamış ve geride bırakmaya başlamıştı. Daha doğrusu düşüşün temel kaynağı bizzat küresel üretimin gelişmesiydi.

Jeopolitik, jeokültür ve kalkınma

Wallerstein’e göre jeopolitik, bütün dünya coğrafyasını içine alan ve bir dünya sisteminin işlevsel parçaları olarak çalışan hegemonik ülkelerin dünyasını ifade eder. Tarih boyunca, belirli dönemlerde jeopolitiği belirlemiş hegemonik ülkeler olmuştur, “kapitalist dünya ekonomisinin temel yapılarından biri dünya sistemi içinde hegemonyaların çevrimsel yükseliş ve çöküşleridir”. Hegemonyaların sonuncusu ABD hegemonyasıdır ve İngiltere’nin iktisadi üstünlüğünün sona ermesiyle, yani hegemonyasının sona erdiği dönemle başlar. Bu dönemin jeopolitiği, ABD, Rusya ve Almanya’nın güçler dengesi içinde sürdürdüğü şiddetli ve belirsiz ittifak değiştirmelerinin yaşanması şeklindeydi. Bu güçler arasındaki rekabet ve ittifaklar uzun yıllar, Afrika, Güneydoğu Asya, Pasifik, Osmanlı, Çin, Meksika, Güney Amerika, Karaibler gibi dünya ekonomisinin çevre (periferi) ve yarıçevre bölgelerinde yani Avrupa dışı dünyada ve ülkelerde sürdü. Wallerstein, son dönem jeopolitiğin belirlenmesinde Fransız Devriminin etkisine işaret eder, “Fransız devriminin kapitalist dünya ekonomisine başlıca etkisi, sermayenin sonsuz birikimiyle en fazla uyumlu bir değer sisteminin kültürel bakımdan olgunlaşması oldu, bu olay siyasi bilinci dönüştürdü”. Bu kültürel gelişme ve zihinsel dönüşüm kapitalist zihniyet dönüşümüydü ve aynı zamanda jeokültürün arka planını oluşturmaktaydı. Kapitalist dünya ekonomik düzeninin kültürel boyutu burada gizliydi. Fransız devrimi ve sonrasında ortaya çıkan siyasi akımlar aynı zamanda kapitalist kültürü sağlamlaştırdı. Muhafazakarlık da, liberalizm ve sosyalizm de Fransız devriminin sosyokültürel değerleriyle zenginleştirilmiş olan aşırı üretmeyi ve kalkınmayı amaçlıyordu.

Dünya ekonomik tarihine bakıldığında en azından 16. yüzyıldan beri Avrupalı düşünürler ülke zenginliğinin nasıl artırılacağını tartışmakta ve hükûmetler bu zenginliği korumak ve geliştirmek için uğraşmakta ya da kendilerinden bu konuda adımlar atmaları istenmektedir. Bundan açıkça anlaşılıyor ki, her devletin yüksek bir ulusal gelir seviyesine ulaşabileceği ve sonunda da muhtemelen ulaşacağı, kapitalist dünya ekonomisinin temel bir ideolojik temasıydı; bilinçli, akılcı faaliyetin bunu gerçekleştirebileceğine inanmaktaydı. Bu inanç, aydınlanmanın önemli, kaçınılmaz ilerleme temasına ve cisimleştirdiği insanlık tarihine ilişkin teleolojik bakışa çok uygundu. Bu sebeplerle Wallerstein için Wilsonculuk ve Leninizmin ekonomi-politiğine bir kere daha değinmekte fayda vardır. 1917 yılı genellikle modern dünya sisteminin tarihinde ideolojik bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Mevcut dünya düzeninin jeokültürünün en ciddi tepki çeken itici noktası ve yumuşak karnı, Batının maddi medeniyet ideolojisi ve Avrupa merkezciliğidir. Bu ideolojilerle Batılılar kendi değerlerini evrensel değerler olarak tanımlamak suretiyle özel değerlerini dünyanın geri kalanına empoze etmişlerdir. Bu durum özellikle çevre ülkelerde tepkiyle karşılanmıştır. Anti-emperyalist hareketlerin zihinsel arka planı budur.

Jeokültür açısından tek dünya kültürü ve küreselleşme

Wallerstein kültürü, kültürün tek tipleşmesini ekonomik ve siyasal temelli dünya sisteminden ayırmaz. Kültür ve küreselleşme ilgili analizini kapitalist eğilimlerin yönettiği dünya sistemine dayandırır. Modern dünya sisteminin jeopolitiği ve jeokültürü, iş ve yaşam biçimlerini tek tipleştirmek, böylece bir küresel sistem kurmaktır.

Küreselleşme tartışmaları içinde kültür, ekonomik organizasyonlar kadar önemli yer tutar. Kültürün toplumları farklılaştırması, ulusal çatışmalara sebebiyet vermesi dışında, dünya sistemi çerçevesinde benzeştiği noktasında görüşler ileri sürülmektedir. Bu benzeşmeyle ilgili olarak ileri sürülen görüşlerden ilki, tek dünyaya giden doğrusal yönelim tezidir. Başlangıçta dünyanın oldukça çok sayıda ayrı ve ayırt edici özellikleri olan gruplardan oluştuğu savunulmaktadır. Zamanla etkinlik alanı yavaş yavaş genişlemiş gruplar, azar azar birleşmiş, bilim ve teknolojinin de yardımıyla tek bir dünyaya, tek bir ekonomik dünyaya, tek bir kültürel dünyaya doğru yol almaya başlamıştır. Wallerstein’e göre kültür konusunda henüz bu noktaya ulaşmış değiliz. Ancak gelecekte tek kültüre geçiş berrak bir şekilde önümüzde görülmektedir. Wallerstein modern dünya sisteminde kültürlerin temeli olan ulus devletleri tanımlarken Marks ve Engels’in Komünist Manifesto’daki yaklaşımına işaret eder. İşçilerin vatanının olmadığı görüşü, kültürel kimliklerin belirlenmesinde ulusal kültürün yerine modern dünya sisteminin etkisi olduğu düşüncesini destekler. Wallerstein’e göre, hem ulusçuluk hem de uluslararasıcılık kapitalizmin tarihsel süreciyle ortaya çıktı. Bu akımlar, hem dünya sistemini destekledi hem de sistem karşıtı hareketlere dayanak oldu. Bu nedenle bu ideolojik akımların kimlik duygusu, kökenini özgün tarihsel kültürden almadı.

Kültürün de dahil olduğu bir dünya sisteminde tüm ulusları veya bölgeleri bu sosyokültürel sisteme dahil etmek, her parçasını aynı biçimsel özellikleri paylaşır hale getirmek ve kolay değişebilen sınırların oturmasını sağlamak birkaç yüz yılı aldı. Avrupa devlet sisteminin pekiştirildiği yıl olan 1648 ile karşılaştırıldığında dünya sisteminin 1945 sonrası evresi bir hukuki berraklık ve istikrar modelidir. Gelişme sürecinde bu sistem yalnızca devlet birimlerini yapılandırmakla kalmamış, aynı zamanda her bireyin ulus devletle olan ilişkisini tanımlamıştır. Sistemin gelişmesinde başka bir gerçeklik ekonomik gerçekliktir. Modern dünya sistemimiz kapitalist bir dünya ekonomisidir. Kesintisiz sermaye birikimine öncelik vererek iş görmektedir ve bu sermaye birikimi coğrafi açıdan çok geniş bir iş bölümü yaratıldığı için en verimli şekilde kullanılmaktadır. Günümüzde dünya çapında bir iş bölümü söz konusudur. Bir iş bölümü akışları, meta akışlarını, sermaye akışlarını, emek akışlarını gerektirir. Bu, devlet sınırlarının geçirgen olduğu anlamına gelmektedir. Wallerstein, farklı veya kendine has kültürlerin varlığını vurgulamaktadır. Kültürlerin ulusal sınırlar içinde farklılıklarını koruyarak sürdürüldüğünü düşünür. Dolayısıyla kendiliğinden ortaya çıkmış tek tip bir kültürden söz etmemektedir. Küresel ekonomi içindeki akışlar, iş birlikleri ve sistemin kendisi kültürlerin birbirine benzemesine ve zamanla tek tipleşmesine sebep olacaktır.

Sonuç

Immanuel Wallerstein’ın dünya sistemi kuramı, kapitalist ekonominin küresel hakimiyetine dayanır. Ancak sadece ekonomi değil siyaset ve kültür de sistemin parçalarıdır. Modern dünya sistemi kuramında siyaset ve kültür, sistemin jeopolitiği ve jeokültürünü belirler. Kapitalist ekonomide meydana gelen krizler sistemin revize edilmesini gerektirir. Dünya sistemini ortadan kaldırmasa da değiştirmesi beklenen, sistem karşıtı hareketler ve bu hareketlerin ortaya çıkardığı alternatif siyaset veya kültür değil, belirli dönemlerde yaşanan kapitalist ekonominin krizleridir. Üretim biçimlerindeki kondratiyef döngülerdir. Wallerstein, modern dünya sisteminin ekonomik bakımdan bir kriz döneminde olduğunu ve bu kriz döneminin ciddi etkilerinin olduğunu düşünmektedir. Bu durumun farkında olan dünya sisteminin öncü ülkeleri, 2000-2050 yılları arasında sanayi sektörlerini ayakta tutabilmek için mikro işlemciler, genetik mühendisliği ve yeni enerji kaynaklarını geliştireceklerdir. Fakat bu girişim sanayi ve teknoloji üretimindeki gibi yüksek kâr getirmeyecektir. Wallerstein, makro sosyoloji, tarihsel sosyoloji ve toplumsal değişim konularında sosyal bilimler alanında çok önemli etkilere sahiptir. Ortaya koymaya çalıştığı modern dünya sistemi tarihselciliği ve ideolojik içeriği nedeniyle eleştirilse de Wallerstein, toplumsal olayların açıklanmasında büyük yapılara yaptığı vurgu ve bunları mikro ölçekli olaylarla destekleyebilmesi nedeniyle sosyal bilimler alanında makro sosyolojik yönteme olan ilgiyi artırmıştır.

Wallerstein’ın dünya sistemi analizinin temel özellikleri şunlardır: iş bölümü ve sınıfsal bölünmeler evrensel olgulardır; ekonomi hâkim olan unsurdur; dünya sistemi merkez, yarı çevre ve çevreden oluşmaktadır ve son olarak sürekli ama tek yönlü bir değişim söz konusudur. Wallerstein devlet ve toplum yerine tarihsel bir sistem olan “dünya sistemini analiz birimi olarak önermektedir. Böylelikle tarihsel anlamda açıklanan dünya sistemi modern anlamdaki toplumu açıklamada ve anlamada etkili olacaktır. Wallerstein’a göre dünya bağımsız toplumların ya da ulus devletlerin toplamından ibaret değildir. Wallerstein, tarihsel olarak incelendiğinde dünya imparatorlukları ve dünya ekonomileri olmak üzere iki tane dünya sisteminin varlığından söz etmektedir. Dünya imparatorlukları kendi bütünlüklerini askeri alandaki stratejileriyle güçlendirirken ve yönetim biçimlerini de bu anlayışa yöneltmişlerdir. Dünya ekonomilerinin bütünlüğü ise sadece ekonomiye dayanmaktadır. Wallerstein dünya sistem analizini gerçekleştirirken bu iki yaklaşımı toplumsal alanda birleştirmeyi amaçlamaktadır.

Kaynakça

[1]

  1. ^ "Arşivlenmiş kopya" (PDF). 28 Temmuz 2018 tarihinde kaynağından (PDF) arşivlendi. Erişim tarihi: 26 Nisan 2020. 

file:///C:/Users/acer/Downloads/DUNYA_SISTEMI_KURAMI_IMMANUEL_WALLERSTEI.pdf [1]

  1. ^ https://www.researchgate.net/publication/304445336_IMMANUEL_WALLERSTEIN%27IN_DUNYA_SISTEMI_JEOPOLITIK_VE_JEOKULTUR_KURAMI_IMMANUEL_WALLERSTEIN%27S_WORLD-SYSTEM_GEOPOLITICS_AND_GEOCULTURAL_THEORY

İlgili Araştırma Makaleleri

<span class="mw-page-title-main">Immanuel Wallerstein</span> Amerikalı sosyolog, tarihsel sosyoloji alanında bilim insanı ve dünya sistemler analisti

Immanuel Maurice Wallerstein, Amerikalı sosyolog, tarihsel sosyoloji alanında bilim insanı ve dünya sistemler analisti.

<i>Kapital</i> Karl Marxın bir eseri

Kapital, Kapitalist Üretimin Eleştirel Bir Tahlili, Das Kapital veya Kapital, 1867, 1885 ve 1894 yıllarında üç cilt olarak yayınlanan, Karl Marx tarafından yazılmış, politik ekonomi eleştirisi ve tarihsel materyalizm teorisinin kurucu metinlerinden biridir. Marx'ın yaşamı boyunca yaptığı çalışmaların ürünü olan bu metin, Adam Smith, Jean-Baptiste Say, David Ricardo ve John Stuart Mill gibi klasik politik iktisatçıların görüşlerini izleyerek, kendi ifadesiyle “modern toplumun ekonomik işleyiş yasasını ortaya koymak amacıyla” tarihsel materyalizm teorisini uygulayarak ortaya koymaya çalıştığı bir kapitalizm analizi ve eleştirisidir. Metnin ikinci ve üçüncü ciltleri, notlarını derleyen meslektaşı Friedrich Engels tarafından Marx'ın ölümünden sonra yayımlanmıştır. Kapital, sosyal bilimler alanında 1950'den önce yayımlanmış olan en çok atıf yapılmış kitaptır.

Sosyalizm, sosyal ve ekonomik olarak toplumsal refahın, katılımcı bir demokrasiyle gerçekleşeceğini ve üretim araçlarının hakimiyetinin topluma ait olduğunu savunan, işçi sınıfının yönetime katılmalarına ağırlık veren, özel üretim yerine kamu bazlı üretimi destekleyen, telkin ve propagandalarını eğitim, tarım ve vergi reformları üzerinde yoğunlaştıran ekonomik ve siyasi bir teoridir. Siyasi yelpazede ve dünyanın çoğu ülkesinde sosyalizm, standart sol ideoloji olarak kabul edilir. Sosyalizm türleri, kaynak tahsisinde piyasaların ve planlamanın rolüne ve kuruluşlardaki yönetim yapısına göre değişir.

Uluslararası ilişkiler, siyaset biliminin bir dalıdır ve "uluslararası sistem" içindeki aktörlerin, özellikle de uluslararası ilişkilerin temel aktörü olarak kabul edilen devletlerin, diğer devletlerle, uluslararası/bölgesel/hükûmetler arası örgütler, çok uluslu şirketler, uluslararası normlar ve uluslararası toplumla olan ilişkilerini inceleyen disiplinlerarası bir disiplindir.

Bretton Woods sistemi, II. Dünya Savaşı sırasında Temmuz 1944'te ABD'nin küçük bir kasabası olan Bretton Woods'da toplanan Birleşmiş Milletler Para ve Finans konferansında ortaya çıkan iktisadi sistemdir. Bu konferansa 44 ülkenin temsilcileri katılmıştır ve bu konferansa gelen devletlerin yarısından fazlası az gelişmekte olan ülkelerdir. Ayrıca Romanya dışındaki sosyalist ülkeler fona üye olmamış ve sistemin dışında kalmışlardır. Aynı zamanda Bretton Woods sisteminin kurulma sebeplerinden biri olan 1929 yılında yaşanan ekonomik buhran ve hemen ardından gelen dünya savaşı ile ekonomisi dibe vuran ülkeler, uluslararası alanda yaşanan para değişiminin duraksama noktasına gelişi ve savaş sebebiyle ülkeler arası alım satım ticaretinin durması, uluslararası alanda tekrar parasal döngünün düzelmesi ve ekonomik istikrarın sağlanması için böyle bir sistemin kurulması amaçlandı.

Kapitalizm ya da diğer adlarıyla sermayecilik ve anamalcılık, üretim araçlarının özel mülkiyetine ve kâr amacıyla işletilmesine dayanan ekonomik sistemdir. Kapitalizmin tanımlayıcı özellikleri arasında sermaye birikimi, rekabetçi piyasalar, fiyat sistemleri, özel mülkiyet, mülkiyet haklarının tanınması, kişisel çıkar, ekonomik özgürlük, meritokrasi, iş ahlakı, tüketici egemenliği, ekonomik verimlilik, hükûmetin sınırlı rolü, kâr güdüsü, kredi ve borcu mümkün kılan finansal bir para ve yatırım altyapısı, girişimcilik, metalaşma, gönüllü değişim, ücretli emek, mal ve hizmet üretimi, inovasyon ve ekonomik büyümeye güçlü bir vurgu yer alır. Bir piyasa ekonomisinde kararlar ve yatırımlar, servet, mülk veya sermaye ya da üretim kapasitesini yönlendirme yeteneğine sahip kişiler tarafından belirlenir. Fiyatlar, mal ve hizmetlerin dağıtımı ise büyük ölçüde mal ve hizmet pazarlarındaki rekabet tarafından şekillendirilir.

Devlet, toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal bakımdan örgütlenmiş millet veya milletler topluluğunun oluşturduğu tüzel varlıktır. Devlet siyasal bir birliktir. Bunun için her şeyden önce devleti kuran bireyler arasında kültürel bir birlik lazımdır. Ancak kültürel birlik devletin yaşaması için yeterli değildir. Tarihte görülen birçok iç savaş, kültürel birliğin devlet kurulmasında yeterli olmadığını göstermektedir. Amerikan İç Savaşı'nın anayasal düzenin kurulmasının ne kadar gerekli olduğunu ortaya koyması ve savaş kültürü yerine hukuk devlet ilişkisinin kavranması açısından önemi büyüktür.

<span class="mw-page-title-main">Antikapitalizm</span>

Antikapitalizm ya da kapitalizm karşıtlığı, bugüne kadar genel veya özel bir isim almamışsa da, genellikle sosyalist ya da anarşist politik görüşlü insanların istediği düzen biçiminin bir parçasıdır.

<span class="mw-page-title-main">Kapitalist üretim biçimi</span> Marksist teori

Kapitalist üretim biçimi, Marksist ekonomik söylemde 18. yüzyılın sonunda Batı Avrupa'da hızlıca büyüyen kapitalist toplumların sosyoekonomik temelini ifade eder, bu üretim tarzı daha sonra Batı Avrupa'yı da aşarak dünyaya yayılmıştır. Karakteristik özelliği özel mülkiyetin üretim araçlarının ağırlıklı bir bölümüne sahip olması; dağılımın ve değişiminin ana olarak piyasa ekonomisine dayanmasıdır. Sermaye sahibi hakim sınıf burjuva olarak ifade edilirken belirli bir ücret için emek gücünü satan sayıca çok, fakat hakimiyet kuramamış sınıfa da geniş anlamda proletarya denir.

Ekonomik liberalizm, piyasa ekonomisinin bireyci hatlara dayanmasını ve üretim araçlarının özel mülkiyette olmasını destekler. Ekonomik liberaller, serbest ticareti ve açık rekabeti engellediği için piyasaya yapılan hükümet müdahalesine ve korumacılığa karşı çıkma eğilimindedir, ancak mülkiyet haklarını korumak ve piyasa başarısızlıklarını çözmek için yapılan hükûmet müdahalesini destekler. Ekonomik liberalizm, Büyük Buhran ve Keynesyenizm'in yükselişine kadar genel olarak klasik liberalizmin ekonomik modelini ifade etmek için kullanılmıştır.

Ekonomik sistem, bir toplumda mal ve hizmetlerin üretimini, ticaretini, dağıtımını ve kaynakların üretime tahsis edilmesini düzenleyen, ayrıca üretimi kimlerin yapacağına karar veren uygulama ve ilkeler bütünüdür.

Uluslararası ilişkiler teorileri uluslararası ilişkilerin kuramsal perspektiften çalışma alanıdır. Analiz edilebilen uluslararası ilişkilere kavramsal çerçeveden bakılabilmeye olanak sağlar. Ole Holsti uluslararası ilişkiler teorilerini, yalnızca teoriyle alakalı göze çarpan olayları görmeye olanak sağlayan renkli bir güneş gözlüğüne benzeterek tanımlamaktadır. Örneğin realizmi savunan bir kimse, konstrüktivizmi savunan bir kimsenin çok önemli gördüğü bir olayı tam aksine hiç umursamayabilir. Uluslararası ilişkiler teorilerinde üç temel teori vardır: realizm, liberalizm ve inşacılıktır.

<span class="mw-page-title-main">Tarihsel sosyoloji</span>

Sosyoloji ve tarih arasında yer alan bir araştırma disiplinidir. Bu iki kavram arasında sıkı bir ilişki bulunur. En yüzeysel anlamıyla tarihi, geçmişteki olaylara ait bilgilerin keşfedilip, toplanması ve bir araya getirilip sunan bilim olarak tanımlarsak sosyolojiyi de tarih boyunca yaşayan insanların, toplumların çeşitli yönlerini inceleyen bilim olarak kabul etmeliyiz. Bir tarihi olay örneği ile sosyoloji tarih ilişkisini anlayabiliriz. Her tarihi olay bir sosyo-kültürel olaydır. Sosyoloji de bu sosyo-kültürel olayları, sosyal ilişkileri araştırır. Böylece tarih ile sosyoloji birbirleriyle örtüşür.

Bağımlılık teorisi, Marx ve Lenin'in ülkeler arasındaki ekonomik ilişkilerin çatışma odaklı ilişkiler ağı olduğunu ve sistemin ekonomik gücün durumuna göre evrildiğini ileri süren, günümüzdeki küresel eşitsizliği açıklamayı amaçlayan uluslararası politik ekonomi teorisidir.

Jeopolitik teoriler arasında Fransız okulu olarak bilinen çevresel akımın temsilcileri, Lucien Febvre ve Vidal de la Blache, Anglo Amerikan ve Alman jeopolitik kuramların "deterministlik" yaklaşımını reddederek "Posibilist" (olasılıkçı) düşüncenin jeopolitik alanda temsilcileri olmuştur. Çevresel kuramda Fransız okulu olarak bilinen temel akımın ve “Posibilist” düşüncelerinin temsilcisi olan başta Lucien Febvre ve Vidal de la Blache, Angelo Amerikan ve Alman jeopolitik kuramcıların “deterministik” yaklaşımını kabul etmeyip reddetmektedirler. Fransız coğrafya okulunun düşüncesine göre, insan kendi doğal çevresini değiştirilebilen ve kendisine yönelik seçenekleri en sonunda kendisi belirleyebilen bir karaktere sahiptir. XX. Yüzyıl'ın jeopolitiklerinin hemen hemen hepsi, bu iki uç yaklaşım arasında düşüncelerini sergilemekte ve fikirlerini bu çizgide belirtmekte ve yer almaktadırlar. Bu üçüncü gruba göreyse çevre, insan davranışlarının Sınırlarını tek başına belirleyemez, fakat, eylemler üzerinde sınırlı da olsa, “koşullu” bir etkiye sahip olduğunu kabul etmek gerekir. Posibilist (olasılıklı) düşünceyi savunan ve jeopolitik teorinin önde gelen yazarlarından Harold Hance Sprout ve Margaret Sprout’a göre, coğrafya bize ne yapmamızı emredici bir öge olmayıp, tercihlerimizi oluşturmada yol göstericidir. Coğrafya ve çevresel faktörler bu anlamda insan davranışlarını koşullandırma yerine, diğer politika davranışlarının oluşmasında karar vericinin önündeki seçeneklere işaret etmektedir. Lucien Febvre ve Vidal de la Blache’dan etkilenmişle olan Amerikalı siyaset bilimcilerden, Sprout’lar’n jeopolitiğe getirdikleri bu farklı bakış açısı, 1930’lar ile 1970’ler arası dönemde uluslararası ilişkileri önemli ölçüde etkilenilir. Dolayısıyla olasılık teori, sadece “devlet çevre” ilişkisi üzerinde duran deterministi teoriden göstermektedir. Bu bağlamda, çevresel olasılıkçılar coğrafyanın karar vericinin kararlarını belirlediği ya da kontrol ettiği biçimindeki determinist bir anlayışla karşı çıkarlar. Olasılıklı doktrine göre; çevre ve değil ortam, karar vericiyi bir davranışla zorlayan bir unsuru olmayıp, karar vericinin önündeki imkânlara, seçeneklere ve sınırlamalara dikkat çekmektedir. Çevresel sınırlamalarını, genel ya da dar olabildiği gibi, algıya göre de denilebilir. Star'a göre, varlık çevre iliklisinde, çevrenin varlık tarafından nasıl algılandığının önemli olduğunun kabul edilmesi, determinist modeli sayımına karşı ciddi bir argümandır. Gerçek dünyanın algıladığına bağlı olarak çevrenin birim üzerindeki etkisi de denilebilir. Osterud'a göre; jeopolitik genişlik topoğrafya, konum ve iklimi de içermektedir. Harold South’a göreyse jeopolitik varsayım, güç konfigürasyonu, kara ve denizlerin oranı, doğal kaynakların dağılımı ve iklimin yanı sıra, nüfus, toplumsal ve siyasal kurumlar ve davranış biçimleri gibi çok sayıda toplumsal ögeyi de kapsamaktadır. jeopolitik faktörler, kısıtlamalar ve imkânlara işaret eden çevresel faktörlerdir. Coğrafik yapıyı da içeren jeopolitik yapı, karar vericilerin karşı karşıya oldukları politikaya ilişkin olanak ve sınırlamalar anlamına gelmektedir. Bu çerçevede bazı genellemeler de yapılmıştır; mesela coğrafyanın birinci yasası da denen, “mesafe uzadıkça devletin etkisinin azalacak ya da “devlet ülkesel (alansal) olarak büyüdükçe etkileyeceği mesafenin artacağı gibi yaklaşımlar sayılabilir. Ancak bu düşünceler elbette teknolojinin özellikle de bilgi, iletişim ve ulaştırma teknolojilerinin yüzyılımızda büyük hızla gelişmesi sonucunda denilmektedir. Siyasal coğrafyanın uluslararası› ilişkilere en önemli katkısı, aktörlerin eylemlerini ve hareket alanlarını doğru bir şekilde belirlemede anlamlı çerçeveler sunmasıdır. Uluslararası ilişkilerin boşlukta cereyan etmediğine göre, mekan (yer) unsuru, analizin çerçevesini meydana getirmektedir. Uluslararası ilişkilere yönelik ikinci bir katkısıysa model kurmaya ilişkindir. Coğrafya, dışı politika analizlerinde bir perspektif sağlayarak, araştırmaları daha da kolaylaştırmaktadır. Özellikle ittifak (bloklar) ve komşuluk ilişkilerine yönelik olarak devletlerin davranışlarını analiz etmeyi amaçlayan araştırmalarda, jeopolitik modeller sıkça kullanılmaya başlanmıştır. Jeopolitikçilerin üzerinde durduğu bir diğer nokta da mekânsal heterojenle ve mekânsal bağımlılıktır.

<span class="mw-page-title-main">Siyaset sosyolojisi</span>

Siyaset sosyolojisi, devlet ve sivil toplumdan aileye kadar uzanan politik fenomenlerin sosyolojik analizi, araştırması vatandaşlık, toplumsal hareketler ve sosyal güç kaynakları gibi konuları araştırmakla ilgilenen bir bilim disiplinidir. Siyaset sosyolojisinin konusu toplumsal bağlamı içinde iktidardır. 19. yüzyıl ile beraber genel olarak toplumsal ve özel olarak siyasal düşüncenin bilimselleşmeye başladığı görülmüştür. Teknoloji, sanayileşme gibi unsurlar kalabalıklaşmayı beraberinde getirmiş, kalabalıklaşma ise siyasal düşünceye yönelim sağlamıştır.

<span class="mw-page-title-main">Toplumsal cinsiyet sosyolojisi</span> sosyolojinin alt dalı

Toplumsal cinsiyet sosyolojisi, kadın ve erkek arasındaki farkılılıkların kültürel ve toplumsal olarak nasıl kurulduğunu, kadın ve erkeğin sosyal yapı içindeki durumlarını, kadınlık ve erkeklik kimliğinin oluşum sürecini inceleyen sosyoloji alt dalıdır.

Tarih boyunca insanlar iletişim aracılığıyla birbirleriyle ilişkiler kurmuş ve ortak bir toplum düzeni oluşturmuştur. Özellikle Sanayi Devrimi'nden sonra ortaya çıkan kapitalist düzen ve kitle toplumu nedeniyle iletişim araştırmalarına olan önem artırılmıştır. Ortaya çıkan kitleyi kontrol etmek amacıyla kitle iletişim araçlarına önem verilmeye başlanmıştır ve bu dönem içerisinde bir dizi kitle iletişim kuramı ve modeli geliştirilmiştir. İletişim kuramları temel olarak eleştirisel ve ana akım iletişim araştırmaları olarak iki sınıfa ayrılabilir. Bu iki temel ana sınıf kendi içerisinde ideolojilere ve kuramcıların bakış açılarına göre farklı sınıflandırılmaktadır.

<span class="mw-page-title-main">Kalkınma teorisi</span>

Kalkınma teorisi, toplum içerisinde istenilen ve hayal edilen değişimin nasıl başarılacağına dair fikirler içeren bir teori türüdür. Kalkınma teorisi altında birçok teori bulunmaktadır. Bu makale içerisinde de farklı teorilerin bakış açıları "kalkınma teorisi"ne göre belirtilmektedir.

<span class="mw-page-title-main">Post-Siyonizm</span>

Post-Siyonizm, bazı İsrailliler, diaspora Yahudileri ve diğerlerinin, özellikle akademide, Siyonizm'in 1948'de modern İsrail Devleti'nin kurulmasıyla ideolojik misyonunu yerine getirdiği ve bu nedenle Siyonist ideolojinin sonuna gelindiği yönündeki görüşlerini ifade eder. Sağcı Yahudiler bu terimi aynı zamanda 1993 ve 1995 Oslo Anlaşmaları ışığında İsrail siyasetinin sol kanadına atıfta bulunmak için de kullanmaktadır.