İçeriğe atla

Bağımlılık teorisi

Bağımlılık teorisi, Marx ve Lenin'in ülkeler arasındaki ekonomik ilişkilerin çatışma odaklı ilişkiler ağı olduğunu ve sistemin ekonomik gücün durumuna göre evrildiğini ileri süren, günümüzdeki küresel eşitsizliği açıklamayı amaçlayan uluslararası politik ekonomi teorisidir.[1]

Tarihçesi

Bağımlılık Teorisi, 1960'larda Latin Amerika'nın az gelişmişlik durumunu Latin Amerika perspektifinden bakarak analiz etmeye çalışan anlayıştır.

Teorinin temelleri

Bağımlılık teorisine göre üçüncü dünya ülkelerinin geri kalmışlık sebebi gelişmiş ülkelerdir, teorinin kuramcılarından Andre Gunder Frank geri kalan birileri olmadan gelişmenin mümkün olamayacağını ileri sürer.[1] Teoriye göre gelişmemiş veya gelişmekte olan bu ülkelerin gelişememelerinin nedeni tarihsel süreçlerine bakılarak anlaşılır. Batı dışı toplumlar, yarı sömürge ya da sömürge olarak Batılı devletlerin müdahalesi altında darbeler veya iç savaşlar gibi sorunlarla mücadele etmiştir. Bu ülkelerdeki istikrarsızlığın sebebi ise tek bir kültürel ekonomik yapıya sahip olmamalarıdır. Ayrıca gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkeler arasında eşitsizlik vardır. Kapitalist ilişkiler var oldukça eşitsiz ilişkilerin de var olduğu bir gerçektir. Üçüncü dünya toplumları, kapitalist ülkeleri takip ettiği sürece gelişmiş ülke konumuna gelemeyeceklerdir.[2]

Immanuel Wallerstein, gelişmiş ve gelişmemiş ülkeler arasındaki ilişkileri, Modern Dünya Sistemi Teorisi'yle açıklamaktadır. Wallerstein'ın teorisine göre merkez çevre ve yarı çevre ülkeler vardır. Bu teoride, merkez ve çevre ülkelerin belirli bir iş bölümleri vardır. Çevrenin bu iş bölümündeki rolü merkez ülkelere madde ve ucuz iş gücü temin etmektir. Çevre, ürünlerini ucuza satmak zorundayken merkez ürünleri daha yüksek fiyata almak zorundadır.

Çevre ülkeler, yarı çevre ülkelere göre, yarı çevre ülkeler ise merkez ülkelere göre çevre konumundadır. Gelişmiş ve gelişmemiş ülkeler arasında bağımlılık ilişkisi bulunduğu inancı teorinin ana varsayımıdır. Vurgulanmak istenen, bağımlılık ilişkisinin gelişmemiş ülkelerin gelişmelerine engel olacağı düşüncesidir. Bağımlılık ilişkisi olduğu sürece çevre ülkelerin kalkınması, zenginleşmesi ve gelişmesi mümkün değildir.

Teorinin fikir babalarından olan Samir Amin'e göre sorun merkez ülkelere olan bağımlılıktır. Bu bağımlılığa son vermek, çevre ülkelerin merkez ülkeler ile olan ilişkilerini tamamen sonlandırmasından geçer. Bu durumda, sömürü ve kutuplaşma yok olacaktır. Bağımlılık teorisi, uluslararası ilişkiler alanında da kullanılmıştır. Gelişmiş ülkelere ekonomik ve diğer yönlerden bağımlı olan az gelişmiş ülkelerin, bağımsız olmayacağı varsayımından geliştirilmiştir. Buna göre gelişmiş ülkeler, gelişmemiş ülkeler üzerinde baskı kurmaktadır. Bu yaklaşımı kabul etmeyen bazı düşünürler, ülkeler arasında bağımlılık ilişkisi olduğu varsayımı üzerinde durmaktadır. Fakat bu yaklaşım, emperyalizm ve sömürgecilik ilişkilerinin görmezden gelindiği düşüncesiyle eleştirilmektedir. Bu tanımı göz önünde bulundurursak dünyanın büyük kısmı bu ülkelerden yani çevre ülkelerden oluşur.

Yarı çevre ülkeleri, merkez ülkeler kadar olmasa da belirli bir düzeyde gelişme sağlamış, hem çevre hem de merkez ülkelerin bazı özelliklerini taşıyan çevre ve yarı çevre ülkelerin bağımsız olmayacağı varsayımından geliştirilmiştir. Merkez ülkeler arasında köprü gören bu özellikleriyle dünya ekonomik sisteminin meşrutiyet istikrarını günümüzde Tayvan, Güney Kore, Brezilya, Meksika, Hindistan, Güney Afrika ve Nijerya gibi ülkeler sağlamaktadır. Merkez, yarı çevre ve çevre üçlüsünün aralarındaki ilişkilerin dünya ekonomik sistemine meşrutiyet kazandırmasının, istikrar sağlamasının sebebi Wallerstein'a göre yarı çevre ülkelerinin hem sömüren hem de sömürülen konumları ile ekonomik olmaktan ziyade politik bir işlev görmesidir.

Çevre ülkelerin ideali merkez olmasa da yarı çevre ülke konumuna yükselmektir. Aynı şekilde yarı çevre ülkelerin de bir gün merkez ülke olma umuduyla çevre ve yarı çevre ülkeleriyle savaşmaları ve sömüren-sömürülen ikilemine dayalı kutuplaşmaları, dünya sisteminde meşrutiyet ve istikrar sağlamaktadır. Bağımlılık sistemi özetle ülkelerde gelişmenin olmadığını iddia etmiştir.

1970'lerden sonra çevre ülkelerin sanayileşmeye başlaması bu anlayışın sorgulanmasına neden olmuştur. Bağımlılığın belirgin özelliği, iki ana ekonomik grup olan gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin ekonomileri arasında çok büyük bir gelir eşitsizliğinin, uluslararası bir ölçekte iş bölümünün ve servet bölüşümünde çok belirgin farklılıkların bulunmasıdır. Buradaki bağımlılık teması, varlıklı ülkelerin ekonomik zenginlikleri ile gelişmekte olan ulusların yoksulluğu arasındaki neden sonucu içerir.

Bu anlayış mantıksal bir sonuca ulaştığında az gelişmişliği, kapitalist ekonomilerin gelişmekte olan ülkelere dıştan zorla kabul ettirdiği egemenliğin sonucu olarak görür. Bağımlılık okulunun en önemli teorisyeni Andre Gunder Frank'a göre Latin Amerika ülkeleri 16. yüzyıldan itibaren az gelişmemiş ülke olarak nitelendirilir. Çünkü o tarihten itibaren kapitalist merkez ülke konumunda Amerika Birleşik Devletleri'nin uydusu olmuştur. Merkez ve çevre arasındaki ilişki kapitalist üretim sürdüğünce devam edecektir.

Bağımlılık teorisi üçüncü dünya ülkelerinde az gelişmişlik ve gelişmişlik sosyolojisinin bir temasıdır. Bağımlılık kuramı 3 şekil üzerine gelişmiştir. Bunlardan birincisi bağımlılık sorunsalının baskı ve merkez, çevre ya da uydu ve metropol olarak ikili hiyerarşi tarafından ikili kavram seti olarak karşımıza çıkmasıdır. İkincisi, ikili kavram seti etrafında bağımlı ülkelerin ekonomilerinin ön planda olmasıdır. Üçüncüsü ise genel olarak baskın temel durumdur. Sonuç olarak eşitsizliği güçlendirmekle kalmamakla beraber eşitsizliğe yoğunlaşır.

Bağımlılık kuramcıları, ekonomi ve politika arasında hiçbir fark görmezler. Buna bağlı olarak bir ülkenin politikası ve ekonomisi birbirinden ayrılmayacak biçimde bağlılık gösterir. Kaufman ve diğerlerinin aktardığı üzere bağımlı olan ülkeler, ulusal ekonomileri üzerinde önemli kararlar alırken dolaylı veya doğrudan uluslararası yapılardan etkilenirler. Frank'a göre gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerin ekonomik problemleri, Batı sömürgeciliğinin bir sonucu olarak karşımıza çıkar. Frank'ın az gelişmişlik ve gelişmişlik üzerine katkılarında en göze çarpanı ise az gelişmişliğin gelişmişliği olarak ifade ettiği kavramsallaştırmadır. Az gelişmiş ülkeler, gelişmiş ülkeler tarafından sürekli sömürüldüğü için servetleri büyük ölçüde egemenlere gitmektedir.

Samir Amin'in bağımlılık kuramına katkısı ise sert ve dağınık haldeki ekonomik kavramlara dayanmaktadır. Gelişmiş olan ulusların, gelişmeyi teşvik edecek ve çok fazla sektör arasında birbiriyle yakından ilişki içinde olan uyumlu ekonomileri vardır. Az gelişmiş ülkelerin ekonomilerinde ise çeşitli sektörler arasında yakın ilişkiler ve uyum yoktur. Sonuç olarak bir sektördeki gelişme diğer sektördeki gelişmeyi etkileyemez ve teşvik edemez. Üretim sürecinin nitelik kazanmasından ötürü küresel değerler ulusal değerler üzerinde egemen olur ve merkez ve çevre arasında farklılaşma eğilimi ortaya çıkar.

Bağımlılık kuramının ana mesajı, merkezin gelişmişliğinin metropol olmayan toplumların az gelişmişliğinin bir sonucu olduğudur. Bu anlamda Frank, üçüncü dünya ülkelerinin bağımlılık analizinde "Kapitalist ekonominin iki büyük bileşen arasında dikkat çekmesidir." der. Wallerstein'ın Dünya sistemleri sınıflandırması, merkez ve çevre kavramsallaştırmasına benzer. Frank'ın modeline göre uydu ülkeler kapitalizmin parçası olduğu sürece gelişemeyeceklerdir.[2]

Bağımlılık teorisi Marksist esinli fikirlerden beslenmenin yanında eşitsiz gelişme ve sömürü dinamikleri konusunu uluslararası bir çerçeveye taşır. Bağımlılık kuramı uluslararası ilişkilerden kaynaklanan politik ve ekonomik süreçlerden geçer. Ekonomik süreçlerden kaynaklanan eşitsiz koşulların analizini konu edinir. Sosyolojide gelişmişlik ve az gelişmişlik tartışmaları için temel bir çerçeve sunar. Ülkelerin gelişmesinin veya az gelişmesinin nedenini eşitsizlik olarak görür ve bu nedenle sosyal bilimlerde özgün bir bakış açısı geliştirmiştir.

Bağımlılık ilişkilerini ifade eden yaklaşımlardan bir tanesi de Singer-Prebisch tezidir. Hans Singer ve Raúl Prebisch tarafından 1940'lı yıllarda geliştirilmiştir. Uzun dönemde dış ticaret hadlerinin az gelişmiş ülkeler aleyhine gelişeceğini ifade eder. Kısaca Singer-Prebisch tezi, dış ticarette gelişmiş ülkelerin gelirleri artarken az gelişmiş ülkelerin ihraç ürünleri olan tarımsal ürünlere olan talepleri aynı hızda artmamasına karşılık olarak ülkenin geliri yükseldikçe sanayileşmiş olan ülkelere ithal ettikleri endüstriyel ürünlere talebin artacağını dolayısıyla da dış ticaretin uzun dönemde az gelişmiş ülkelerin aleyhine seyredeceğini söyler.

Sonuç olarak Bağımlılık teorisi, ülkeler arasında ekonomik ilişkilerin sömürgeciliğin başlangıcından itibaren eşit olmayan bir güç ilişkisi içinde yürüdüğünü, bununda zaman içerisinde büyüyerek günümüzdeki küresel eşitsizliği açıklamamıza imkânlar sağlayarak bağımlılık ilişkisi yaratacağını açıklamamıza olanak tanır. Kapitalist ülkelerin ancak diğerlerinin kaynaklarını sömürerek geliştiklerini, geri kalan ülkelerin gelişmesinin mümkün olmayacağını savunur.

Eleştiriler

Bağımlılık teorisine dayanan ekonomi politikaları, Peter Bauer, Martin Wolf ve diğer birçokları gibi, serbest piyasa ekonomistleri tarafından şu konularda eleştirilmiştir:[3]

  • Rekabet eksikliği: Ülke içi sanayileri sübvanse ederek ve dış ithalatı önleyerek, ülke içindeki bu şirketler ürünlerini geliştirmek, süreçlerinde daha verimli olmaya çalışmak, müşterileri memnun etmek veya yeni yenilikler araştırmak için daha az teşvik edilmiş olabilirler.[4]
  • Sürdürülebilirlik: Devlet desteğine bağımlı endüstriler, özellikle yoksul ülkelerde ve büyük ölçüde daha gelişmiş ülkelerden sağlanan dış yardıma bağımlı olan ülkelerde çok uzun süre sürdürülebilir olmayabilir.[]
  • Yurtiçi fırsat maliyeti: Yerli Sanayi sübvansiyonları devletin kasasından sağlanır ve bu yüzden yerel altyapının geliştirilmesi, tohum sermayesi veya ihtiyaca dayalı sosyal refah programları gibi başka şekillerde harcanmayan parayı temsil eder.[] Aynı zamanda, yüksek gümrük vergileri ve ithalat üzerindeki kısıtlamalar, insanların bu malları tamamen terk etmelerini veya yerli üretim mallardan vazgeçerek ithal ürünleri daha yüksek fiyatlardan satın almalarını gerektirir.[]

Serbest pazar (yanlısı) ekonomistleri, bağımlılık teorisine karşı argümanlarında birkaç örnek de verirler. Devlet kontrolündeki ticaretten açık ticarete geçtikten sonra Hindistan ekonomisinin gelişmesi en sık alıntılananlardan biridir (ayrıca bkz. Hindistan ekonomisi, The Commanding Heights[5]). Hindistan örneği, bağımlılık teorisyenlerinin karşılaştırmalı üstünlük ve hareketlilik ile ilgili iddialarıyla çelişiyor gibi görünüyor, Hindistan ekonomik büyümesinin sermaye transferinin en hareketli biçimlerinden biri olan dış kaynak kullanımı gibi hareketlerden kaynaklanması da cabası. Afrika'da, Zimbabve gibi ithal ikameci kalkınmayı vurgulayan devletler, tipik olarak en kötü performans gösterenler arasında yer alırken, kıtanın Mısır, Güney Afrika ve Tunus gibi petrole dayalı olmayan en başarılı ekonomileri ticarete dayalı gelişim ekonomileri takip ettiler.[]

Ekonomi tarihçisi Robert C. Allen'a göre, Latin Amerika'da çözüm olarak uygulanan korumacılığın başarısız olması nedeniyle bağımlılık teorisinin iddiaları "tartışılabilir" hale gelmiştir.[6] Ülkeler çok fazla borçlandı ve Latin Amerika resesyona girdi. Sorunlardan biri, Latin Amerika ülkelerinin otomobil gibi karmaşık sanayileşmiş malları verimli bir şekilde üretemeyecek kadar küçük ulusal pazarlara sahip olmalarıydı.[6]

Bağımlılık Teorisine karşı diğer büyük bir argüman, teorideki öznellik ve sıklıkla kullanılan terimlerdir. Bağımlılık teorisinin argümanını oluşturan gelişmiş ve az gelişmiş gibi kelimeler özneldir ve farklı insanlar bu farklı terimleri farklı şekillerde değerlendirecektir.[7]

Kaynakça

  1. ^ a b DEMİR, Ömer; ACAR, Mustafa; TOPRAK, Metin; OĞUZ, Fuat; OĞUZ, Serpil (Ekim 2018). DEMİR, Ömer (Ed.). Uluslararası Politik Ekonomi (YAYIN NO: 3685). Eskişehir: Anadolu Üniversitesi. ss. 35-36. ISBN 978-975-06-3081-1. 6 Kasım 2021 tarihinde kaynağından arşivlendi (PDF). Erişim tarihi: 6 Kasım 2021. 
  2. ^ a b https://www.youtube.com/watch?v=RYJzJZP37_M
  3. ^ bir örnek için bknz:
    Korotayev, Andrey; Zinkina, Julia (2014). "On the structure of the present-day convergence" (PDF). Campus-Wide Information Systems (İngilizce). Cilt 31 (2/3 bas.). ss. 139-152. doi:10.1108/CWIS-11-2013-0064. 11 Ağustos 2014 tarihinde kaynağından (PDF) arşivlendi. 
  4. ^ Williams, Michelle (2014). The End of the Developmental State? (İngilizce). Routledge. s. 44. ISBN 978-0415854825. 
  5. ^ Yergin, Daniel; Stanislaw, Joseph (1998). The Commanding Heights (İngilizce). Free Press. ISBN 978-0-684-83569-3. 
  6. ^ a b Allen, Robert C. "Global Economic History: A Very Short Introduction" (İngilizce). Oxford University Press. ss. 127-129. 21 Haziran 2016 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 5 Kasım 2021. 
  7. ^ "Critics of Dependency Theory | Social Science Theories". Sociology Discussion - Discuss Anything About Sociology (İngilizce). 30 Eylül 2013. 10 Ekim 2014 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 5 Kasım 2021. 

İlgili Araştırma Makaleleri

<span class="mw-page-title-main">Immanuel Wallerstein</span> Amerikalı sosyolog, tarihsel sosyoloji alanında bilim insanı ve dünya sistemler analisti

Immanuel Maurice Wallerstein, Amerikalı sosyolog, tarihsel sosyoloji alanında bilim insanı ve dünya sistemler analisti.

Leninizm veya Lenincilik, Marksizm üzerine kurulmuş siyâsî ve iktisâdî bir teoridir.

Uluslararası ilişkiler, siyaset biliminin bir dalıdır ve "uluslararası sistem" içindeki aktörlerin, özellikle de uluslararası ilişkilerin temel aktörü olarak kabul edilen devletlerin, diğer devletlerle, uluslararası/bölgesel/hükûmetler arası örgütler, çok uluslu şirketler, uluslararası normlar ve uluslararası toplumla olan ilişkilerini inceleyen disiplinlerarası bir disiplindir.

Uluslararası politik ekonomi, uluslararası ilişkileri, politik ekonomiden faydalanarak inceleyen, sosyal bilimlere ve tarihe bir bakış açısıdır. Kısaca, uluslararası politik ekonomi, devlet politikalarının ve pazar ekonomisinin birbirleriyle olan ilişkilerinin sonuçlarını uluslararası düzeyde incelemekle görevlidir.

<span class="mw-page-title-main">Kentleşme</span>

Kentleşme, kentsel yaşam biçimlerinin gelişimi olarak tarif edilmektedir. Başka bir deyişle, dar bir alana yerleşen büyük nüfus birikimi, yeni fiziksel ve sosyal oluşum, karmaşık ilişkiler ağı, iş dallarının farklılaşması ve kendine özgü bir kültürel sistemin ortaya çıkması olarak tanımlanmaktadır. Kentleşme, kente göç eden bireyin ya da kentte ikamet eden nüfusun değişim sürecini oluşturur ve sosyal, kültürel, ekonomik özellikleri ile ele alınır. Kentlileşme sosyal bakımdan, kente özgü tavır ve davranış biçimlerinin benimsenmesi ile gerçekleşirken kırsal alanlarda yaşayanlar daha farklı ekonomik ve sosyo-kültürel yaşam biçimine sahiptir.

<span class="mw-page-title-main">Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı</span> Birleşmiş Milletlerin küresel kalkınma ağı

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP), Birleşmiş Milletler'in küresel kalkınma ağı oluşturmak için kurduğu bir programdır. Özellikle gelişmekte olan ülkelere odaklanarak, insanların daha iyi yaşam standartlarına sahip olmaları için gerekli olan bilgi, deneyim ve kaynakları sağlar. UNDP, bu amaç doğrultusunda hükûmetler, sivil toplum kuruluşları, akademi ve iş çevreleri ile iş birliği yaparak kalkınma çalışmaları yapar.

<span class="mw-page-title-main">1844 Elyazmaları</span>

1844 Ekonomik ve Felsefi Elyazmaları Karl Marx tarafından 1844 yılı Nisan ve Ağustos ayları arasında yazılmış bir dizi nottur. Hayatta olduğu süre içerisinde yayımlanmayan bu notlar ilk kez 1932 yılında Sovyetler Birliği'ndeki araştırmacılar tarafından yayımlanmıştır.

<span class="mw-page-title-main">Gelişmiş ülke</span> gelişmiş bir endüstri ve altyapıya sahip ülke

Gelişmiş ülke, bazı kriterlere göre yüksek düzeyde gelişme göstermiş ülkeler için kullanılan bir terimdir. Hangi kriterlerin kullanılacağı ve hangi ülkelerin gelişmiş olarak tanımlanması gerektiği büyük bir tartışma konusu olmaya devam etmektedir. Ekonomik kriterler genel olarak değerlenirmelerde baskın olmaktadır. Bu kriterlerin en çok kullanılanlarınan biri kişi başına düşen millî gelirdir; yüksek millî gelire sahip ülkeler gelişmiş ülke olarak tanımlanmaktadır. Diğer bir ekonomik kriter sanayileşme düzeyidir; sanayi sektörünün egemen olduğu ekonomiler gelişmiş sayılmaktadır. Günümüzde başka bir kriter, ekonomik ölçümü, millî geliri, eğitim ve sağlık düzeyini kombine eden İnsani Gelişme Endeksi daha egemen olmuştur. Bu kritere göre yüksek insani gelişmişlik endeksine sahip ülkeler daha gelişmiştir. Ama her kriterde olduğu gibi bu kriterde de anomaliler bulunmaktadır.

<span class="mw-page-title-main">Gelişmekte olan ülke</span> diğer ülkelere göre düşük yaşam standardı olan ülke

Gelişmekte olan ülkeler sınıflandırması, iktisadi ve hukuki parametreden gelişmiş ülkelere kıyasla bir kademe geride yer alan ülkeleri sınıflandırmak adına kullanılan ve dünyanın birçok ülkesini kapsayan bir sınıflandırmadır.

Uluslararası ilişkiler teorileri uluslararası ilişkilerin kuramsal perspektiften çalışma alanıdır. Analiz edilebilen uluslararası ilişkilere kavramsal çerçeveden bakılabilmeye olanak sağlar. Ole Holsti uluslararası ilişkiler teorilerini, yalnızca teoriyle alakalı göze çarpan olayları görmeye olanak sağlayan renkli bir güneş gözlüğüne benzeterek tanımlamaktadır. Örneğin realizmi savunan bir kimse, konstrüktivizmi savunan bir kimsenin çok önemli gördüğü bir olayı tam aksine hiç umursamayabilir. Uluslararası ilişkiler teorilerinde üç temel teori vardır: realizm, liberalizm ve inşacılıktır.

<i>Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması</i>

Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Bolşevik lider Vladimir Lenin'in Ağustos-Ekim 1916 tarihleri arasında yazdığı ünlü eseri. İlk kez 1974 yılında Cemal Süreya tarafından Türkçeye çevirilen kitap, ilk kez Sol Yayınları tarafından 1979 yılında Türkçe olarak yayımlanmıştır.

<span class="mw-page-title-main">Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları</span> 2030 için Birleşmiş Milletlerin 17 küresel hedefi

Sürdürülebilir Kalkınma Amaçları (SKA), Birleşmiş Milletler üyesi ülkeler tarafından 2030 sonuna kadar ulaşılması amaçlanan hedefleri içeren bir evrensel eylem çağrısıdır.

Yaratıcı Yıkım, Schumpeter'in fırtınası olarak da bilinir, 1950'li yıllardan itibaren Avusturyalı-Amerikan ekonomist Joseph Schumpeter'in Karl Marx'ın çalışmalarından türettiği ve bir ekonomik inovasyon ve iş döngüsü teorisi olarak popülerize ettiği ekonomideki bir konsepttir.

Modern Dünya Sistemi Teorisi, Immanuel Wallerstein'ın küresel ekonomik yapıyı merkez (center) ve çevre (periphery) kavramları aracılığıyla analiz ederek bağımlılık ilişkileri çerçevesinde yorumladığı bir teoridir.

Ürün Yaşam Dönemi, 1966'da Raymond Vernon tarafından geliştirilmiştir. Teknolojik Açık Teorisi'nin daha çok gelişmiş hali olarak ifade edilebilir. Teoriye göre esas alınan noktalardan birisi, her ürünün belli bir yaşam süresi vardır ve bu sürede 5 farklı aşamadan geçmektedir:

Jeopolitik teoriler arasında Fransız okulu olarak bilinen çevresel akımın temsilcileri, Lucien Febvre ve Vidal de la Blache, Anglo Amerikan ve Alman jeopolitik kuramların "deterministlik" yaklaşımını reddederek "Posibilist" (olasılıkçı) düşüncenin jeopolitik alanda temsilcileri olmuştur. Çevresel kuramda Fransız okulu olarak bilinen temel akımın ve “Posibilist” düşüncelerinin temsilcisi olan başta Lucien Febvre ve Vidal de la Blache, Angelo Amerikan ve Alman jeopolitik kuramcıların “deterministik” yaklaşımını kabul etmeyip reddetmektedirler. Fransız coğrafya okulunun düşüncesine göre, insan kendi doğal çevresini değiştirilebilen ve kendisine yönelik seçenekleri en sonunda kendisi belirleyebilen bir karaktere sahiptir. XX. Yüzyıl'ın jeopolitiklerinin hemen hemen hepsi, bu iki uç yaklaşım arasında düşüncelerini sergilemekte ve fikirlerini bu çizgide belirtmekte ve yer almaktadırlar. Bu üçüncü gruba göreyse çevre, insan davranışlarının Sınırlarını tek başına belirleyemez, fakat, eylemler üzerinde sınırlı da olsa, “koşullu” bir etkiye sahip olduğunu kabul etmek gerekir. Posibilist (olasılıklı) düşünceyi savunan ve jeopolitik teorinin önde gelen yazarlarından Harold Hance Sprout ve Margaret Sprout’a göre, coğrafya bize ne yapmamızı emredici bir öge olmayıp, tercihlerimizi oluşturmada yol göstericidir. Coğrafya ve çevresel faktörler bu anlamda insan davranışlarını koşullandırma yerine, diğer politika davranışlarının oluşmasında karar vericinin önündeki seçeneklere işaret etmektedir. Lucien Febvre ve Vidal de la Blache’dan etkilenmişle olan Amerikalı siyaset bilimcilerden, Sprout’lar’n jeopolitiğe getirdikleri bu farklı bakış açısı, 1930’lar ile 1970’ler arası dönemde uluslararası ilişkileri önemli ölçüde etkilenilir. Dolayısıyla olasılık teori, sadece “devlet çevre” ilişkisi üzerinde duran deterministi teoriden göstermektedir. Bu bağlamda, çevresel olasılıkçılar coğrafyanın karar vericinin kararlarını belirlediği ya da kontrol ettiği biçimindeki determinist bir anlayışla karşı çıkarlar. Olasılıklı doktrine göre; çevre ve değil ortam, karar vericiyi bir davranışla zorlayan bir unsuru olmayıp, karar vericinin önündeki imkânlara, seçeneklere ve sınırlamalara dikkat çekmektedir. Çevresel sınırlamalarını, genel ya da dar olabildiği gibi, algıya göre de denilebilir. Star'a göre, varlık çevre iliklisinde, çevrenin varlık tarafından nasıl algılandığının önemli olduğunun kabul edilmesi, determinist modeli sayımına karşı ciddi bir argümandır. Gerçek dünyanın algıladığına bağlı olarak çevrenin birim üzerindeki etkisi de denilebilir. Osterud'a göre; jeopolitik genişlik topoğrafya, konum ve iklimi de içermektedir. Harold South’a göreyse jeopolitik varsayım, güç konfigürasyonu, kara ve denizlerin oranı, doğal kaynakların dağılımı ve iklimin yanı sıra, nüfus, toplumsal ve siyasal kurumlar ve davranış biçimleri gibi çok sayıda toplumsal ögeyi de kapsamaktadır. jeopolitik faktörler, kısıtlamalar ve imkânlara işaret eden çevresel faktörlerdir. Coğrafik yapıyı da içeren jeopolitik yapı, karar vericilerin karşı karşıya oldukları politikaya ilişkin olanak ve sınırlamalar anlamına gelmektedir. Bu çerçevede bazı genellemeler de yapılmıştır; mesela coğrafyanın birinci yasası da denen, “mesafe uzadıkça devletin etkisinin azalacak ya da “devlet ülkesel (alansal) olarak büyüdükçe etkileyeceği mesafenin artacağı gibi yaklaşımlar sayılabilir. Ancak bu düşünceler elbette teknolojinin özellikle de bilgi, iletişim ve ulaştırma teknolojilerinin yüzyılımızda büyük hızla gelişmesi sonucunda denilmektedir. Siyasal coğrafyanın uluslararası› ilişkilere en önemli katkısı, aktörlerin eylemlerini ve hareket alanlarını doğru bir şekilde belirlemede anlamlı çerçeveler sunmasıdır. Uluslararası ilişkilerin boşlukta cereyan etmediğine göre, mekan (yer) unsuru, analizin çerçevesini meydana getirmektedir. Uluslararası ilişkilere yönelik ikinci bir katkısıysa model kurmaya ilişkindir. Coğrafya, dışı politika analizlerinde bir perspektif sağlayarak, araştırmaları daha da kolaylaştırmaktadır. Özellikle ittifak (bloklar) ve komşuluk ilişkilerine yönelik olarak devletlerin davranışlarını analiz etmeyi amaçlayan araştırmalarda, jeopolitik modeller sıkça kullanılmaya başlanmıştır. Jeopolitikçilerin üzerinde durduğu bir diğer nokta da mekânsal heterojenle ve mekânsal bağımlılıktır.

<span class="mw-page-title-main">Kalkınma teorisi</span>

Kalkınma teorisi, toplum içerisinde istenilen ve hayal edilen değişimin nasıl başarılacağına dair fikirler içeren bir teori türüdür. Kalkınma teorisi altında birçok teori bulunmaktadır. Bu makale içerisinde de farklı teorilerin bakış açıları "kalkınma teorisi"ne göre belirtilmektedir.

Emek sömürüsü, en geniş anlamıyla bir failin diğer bir failden haksız menfaat sağlaması olarak tanımlanan bir kavramdır. İşçiler ve işverenleri arasında bir güç asimetrisine veya eşit olmayan değer alışverişine dayanan adaletsiz bir sosyal ilişkiyi ifade eder. Sömürü hakkında konuşurken, sosyal teoride tüketimle doğrudan bir ilişki vardır ve geleneksel olarak bu ilişki, sömürüyü, aşağı konumları nedeniyle başka bir kişiden haksız bir şekilde yararlanmak ve sömürene güç vermek olarak etiketler.

İkincil sektör, makroekonomide üç sektör teorisinde üretimin rolünü tanımlayan ekonomik sektördür. Ekonominin ikincil sektörü, bitmiş, kullanılabilir bir ürün üreten veya inşaatla uğraşan endüstrileri kapsar.