İçeriğe atla

Abbâsîler devrinde Aleviler

Abbâsîler devrinde Alevîler Hicrî 129 / Milâdî 747 yılında Ebû Müslim Horasânî’nin İmâm İbrahim tarafından bütün bu kıt’alar ile Irak dâîlerinin fiilen riyasetine tâyin edilmesiyle artık Türkistan’ın tamamı Şîʿa-i Bâtın’îyye adına hazırlanmış oluyordu. Ebû Müslim Horasânî’nin komutasında Emevîler aleyhine başkaldıran ihtilâl fırkalarının çoğunluğunu oluşturan Türkler, Abbâsîler’in kazandıkları başarılarda da en büyük pay sahibi olmuşlardı. Sonunda hilâfet mâkamı Türkler’in sağlamış olduğu destek sayesinde Abbâsîler tarafından ele geçirilmiş oldu. Fakat Şîʿa’nın fedâ ettiği bu kadar canlar, Ehl-i Beyt’e ait bir hakkın elde edilmesi için nehirler gibi akıtılan kanlar ve Ehl-i Beyt nâmına yapılan onca büyük fedâkârlıkların dahi Alevîlerin hilâfeti ele geçirmeleri için yeterli olamaması gönüllerde kapanmaz yaralar açtı. Abbâsîler’in ikinci halifesi olan Hâlife El Mansûr’un Türkler’e karşı takındığı hasmane tavırlar ve bilhassa Ebû Müslim Horasânî’in katli üzerine ihtilâlciler derhal fa’aliyete geçmek suretiyle “Mübeyyize” (Beyazlar) fırkasını oluşturdular.[1]

İmâm-ı Â’zam Ebû Hanîfe’nin Alevîler lehine verdiği fetvâlar[2]

Halife Mansûr tarafından Kâbe’nin bir benzeri olarak Bağdat’ta “Kubbe’t-ül Adrâ” adında büyük bir kale inşa edilmiş ve halk Kâbe’ye hacdan menedilmişti. “İmâm Dâr ül-Hicre” adıyla da tanınan İmâm Mâlik’in bir fetvâsıyla, hilâfetin vaktiyle Alevîler arasında “Nefs’üz-Zekiyye” nâmıyla tanınan Hasan bin Ali’nin oğlu Hasan el-Mu’tenâ’nın torunu Muhammed bin ʿAbd Allâh’a ait olduğu tüm Abbâsî aleyhtarı fırkalara duyurulmuştu. Emevîler’in son günlerinde Medine toplantısında hazır bulunan bütün Ehl-i Beyt’in, ve hattâ Abbâsîler’in dahi biatleriyle hilâfeti kabul edilmiş olan Hasan el-Mu’tenâ’nın torunu olan Muhammed bin bin ʿAbd Allâh’ın lehine İmâm-ı Â’zam Ebû Hanîfe Nu’man İbn-i Sâbit[3] te fetvâ vermişti. Bunun üzerine, Abbâsîler tüm şiddetleriyle Alevîler aleyhine harekete geçtiler. H. 145 / M. 763 yılında “Hasan el-Mu’tenâ’nın torunu Muhammed bin ʿAbd Allâh” Medine’de Halife Mansûr’un amcası İsa tarafından öldürüldü.[4] Hemen akabinde olayların kanlı bir biçimde gelişmesi ve Abbâsîler’in gittikçe artan zulmü karşısında, Alevîler yeni bir huruç hareketi başlattılar. Nefs’üz-Zekiyye’nin kardeşi “İbrahim bin ʿAbd Allâh” Ehl-i Beyt nâmına hilafeti ele geçirmek amacıyla İmâm-ı Â’zam Ebû Hanîfe’nin de fetvâsını alarak, Abbâsîler aleyhine kendi hayatına mâl olan başarısız bir isyân girişiminde bulundu.[5]

İmâm-ı Â’zam Ebû Hanîfe[6] ile İmâm Zeyd[7] arasındaki fikir benzerlikleri

Aynı İmâm-ı Â’zam, H. 121 / M. 739 yılında “Hânedan-ı Alevîyye” mensuplarından İmâm Zeyd bin Ali Zeyn el-Âb-ı Dîn”[8] tarafından Emevî Hâlifesi Hişâm bin Abd’ûl-Melik’in zâlimâne idaresine karşı çıkarılan isyânı da Muhammed’in komuta ettiği Bedir Savaşı’na benzetmiş, ve destek vermekten hiç de çekinmemişti.[9]

  • İmâm Zeyd”, – “Efdâl olarak nitelendirilen daha seçkin bir şahıs varken, mafdûl olarak adlandırılan daha az seçkin olan bir başka şahıs tercihen hilâfet makamına getirilebilir” görüşüyle İmamiye Şiası’ndan,
  • İmâm-ı Â’zam ise, – Zâlim yönetimlere kılıçla isyân etmeyi farz kabuleden görüşüyle, önderi olarak gösterilen günümüz “Ehl-i Sünnet vel Cemaat” i’tikadından,

ayrılmaktalardı.[10] Akabinde verdiği fetvâlar ile sürekli olarak Ehl-i Beyt’e arka çıkan, ve Alevîler’i[11] destekleyen Ebû Hanîfe Nu’man İbn-i Sâbit[3] te Halife Mansûr tarafından katledildi.[12][13]

Alevîlerin Türkistan bölgesine çekilmeleri

Bu başarısız huruç hareketinden sonra Alevîler, hilâfet merkezi olan Bağdat’tan uzak Mağrip, Horasan ve Türkistan gibi yerlere kaçtılar. Bütün bu bölgelerde Alevî propagandaları hızla yükseldi. Horasan, hem Şiîlik ve Alevîlik teşkilâtının hem de coğrafî açıdan Orta Asya, İran ve Afganistan’ın bir merkezî konumu durumunda yer almaktaydı. Alevîlerin en serbest fa’aliyetlerde bulundukları bölgelerin başında Türkistan şehirleri başta gelmekteydi.

Türklerin asırlarca İran kültürünün etkisi altında kalmaları

İran ve Irak ihtilâllerinde “Bermekî” Hanedanının oynadığı rôllerden dolayı Süffahi Abbâsî’nin nazarında İranlılar, sanki bir hâlâskâr olarak algılandılar. Bütün devlet memuriyetleri birer birer onlara tahsis edildi. Hâlbuki, bütün inkılâbı filen yürüten ve sonra da kılıçla müdafaa eden Türkler bu gösterdikleri çaba ve hizmetlerine karşılık hiçbir mevki elde edemediler. Fergane ve Şaş Türkleri'nden oluşan Alevî dâîleri aldıkları tesirlerin etkisi altında kalarak farkına varmadan Fars millî kültürünün nüfuz alanının içine düştüler. İranlılarla Türkler’in karşılıklı uygar ilişkilerinin başlangıcı hakkında verilen bilgilere göre İskender ve Selefkiyan devirleri kadar geçmişe uzanan birtakım hâdiselerin arasında Türk kamları ile İran mübidleri Maverâünnehir topraklarında İslâmiyetin bir hayli ilerlediği zamanlarda dahi aynı kudsiyyet ile karşılanmaktaydılar. Diğer taraftan ise, Türkler ve İranlılar Arap mezalimi karşısında “ortak Alevî propagandalarına ihtiyaç gerektiren ihtilâl fikirleri” ile meşgul olmaktaydılar. Yüzyıldan fazla bir süredir devam eden muharebelerin uyandırdığı kin ve husumet, Emevîler’e karşı her iki mağlup olmuş olan Fars ve Tûran akvamını çok haklı bir dâvanın kazanılması uğrunda birleştirmişti.

İranlılar’ın Abbâsîler’e karşı ayaklanmaları

Tam bu sıralarda Merv şehrinde El-Mukannaʿ (Peçeli)[1] adında bir yalancı peygamber ortaya çıktı. Fosforlu maddelerle yüzünü parlatan ve ülûhiyet dâvasına kalkışan bu “peçeli” kişi, halka Allah’ın da insan suretinde olduğunu söylüyordu. Ebû Müslim Horasânî’nin Abbâsîler tarafından gaddarane bir şekilde kâtli Emevîler aleyhine ihtilâle katılan Horasanlılar ile tüm Maverâünnehir halklarını son derece müteessir etmişti.

El-Mukannaʿ ayaklanması

Abbâsîleri iktidara taşıyan bu müthiş inkılâbı meydana getiren Ebû Müslim Horasânî’ye yine Abbâsîlerin revâ gördükleri bu menfur cinayet karşısında sonsuz nefret duyanlar, El-Mukannaʿ gibi ilâhî kuvvetleri kendinde topladığına inanılan bir başbuğa muhtaçtılar. İşte Mukannaʿ böyle bir ortamda kendisinde gördüğü sonsuz bir kuvvetle ortaya çıktı. “Ebû Müslim Horasânî Muhammed’den efdâldir,” diyordu. Bu fikrin altında Abbâsîlerin Muhammed adına haksız olarak taşımakta oldukları hilâfet tâcının değerini düşürmek ve Arap varlığını sarsmak amacı yatmaktaydı.

İhtilâlci Mübeyyize fırkasının mağlûbiyeti

İhtilâl Irak’ta başladı. Ebû Müslim Horasânî’nin taraftarlarından oluşan “Mübeyyezâ” fırkaları El-Mukannaʿnın komutası altında birleştiler. Hattâ Buhârâ hükümdarı da önemli destek kuvvetleri ile Mukannaʿya yardımcı oldu. Abbâsî Hâlifesi Muhammed el-Mehdî (H. 169, M. 786) Oğuz Türklerinden oluşan kuvvetli bir ordu ile bu isyânı bastırmağa çalıştı. İhtilâlciler, hep geçmişteki İran ruhânîlerinin elbiseleri gibi beyazlar giymişler ve beyaz bayrak altında toplanmışlardı. Bu renk hürriyete, nûra ve hayâta işaret etmekteydi. Abbâsîler’in bayrakları ve kıyâfetleri ise onlara göre efendilik nişânesi ve hâkimiyetin alâmeti olarak algıladıkları siyah renkten oluşmaktaydı. Hâlife Mehdî’nin sevk ettiği kuvvetler “Kiş” kalesini kuşattı. Kalede mahsur kalan Ebû Müslim Horasânî’nin taraftarlarının hepsi teslim olmayı ret ederek intihar ettiler. El-Mukannaʿ ise, katledilmişti. Fakat onun yandaşları efkâr-ı umûmiyeyi kaybetmemek amacı ile yeni bir çare buldular. “El-Mukannaʿ ölmedi ama İsa gibi göğe çekildi,” diyorlardı. Sonunda bu mühim ihtilâli desteklemiş olan Buhârâ hükümdarı da yakalanarak i’dam edildi. Fakat “Beyazlar” fa’aliyetlerini gizliden gizliye devam ettirmekten geri kalmıyorlardı. “Mübeyyize” akideleri sönmüyor, aynı fikir ve maksatları doğuran yeni mezhebe ait gizli oluşumlara da bu i’tikatlar aktarılıyordu.

Mukannaʿîyye mezhebi

Her şeyde ortaklığı savunan El-Mukannaʿ görünüşte tam bir Mazdekçî idi. Ortaya attığı “Eşitlikçilik Dâvası”[14] halkın üzerinde bir yıldırım etkisi yapmış ve kitleler onun bayrağı altında hürriyete kavuşacaklarına içtenlikle inanmışlardı. İslâm yazarları Beyazlar fırkasını dâva itibarı ile Mazdekçîlerle özdeştirdiklerinden onları “Zındik”[15][16][17][18] olarak tanımladılar.

Horasanlılar’ın Abbâsîler’e karşı teşkilâtlanmaları

Abbâsîler hilafeti ele geçirmeden evvel Horasan Şiîleri ile onlara iltihak etmiş olan Taberistan ve Deylem Alavileri Ebû Müslim Horasânî’nin nüfuzundan çekindikleri için Abbâsîler’in iktidarını kabullenmişlerdi. Daha sonra ise Ebû Müslim Horasânî’nin katli üzerine ayaklanan “Ravendîler”, İslâm Sünniliğini temsil eden Abbâsîler tarafından perişan edildiler. Bunun üzerine “Taberistan ve Deylem Alavîleri” ile bütün Horasanlılar intikam almak maksadıyla birleşerek Abbâsîler’e karşı kin ve husumet beslemeye başladılar. İkinci hicrî yüzyılın ortalarında Deylem’de yeni bir önderin yıldızının parladığı görüldü. Bu, Alevîler’in en mümtaz şahsiyetlerinden Nefs’üz-Zekiyye’nin diğer kardeşi olan “Yahya bin ʿAbd Allâh” idi. H. 176 / M. 793 yılında hilâfetini ilân etti. Dehşetli bir telâşa kapılan Abbâsî Hâlifesi Hârûn er-Reşîd Bermekîler’den Fazl’ı Yahya’nın başlattığı ihtilâli bastırmakla görevlendirdi. Bermekîler ise, Alevîler’e son derece sevgi ve hürmet beslemekte ve Hârûn Reşîd’in Alevîler’e karşı yürütmekte olduğu zulüm ve baskı politikalarına şiddetle muhalefet etmekteydiler.[19] Sonunda Fazl, Hârûn Reşîd ile Yahya’yı barıştırmayı başardı. Bütün Haşimî hanedanının imzalarını taşıyan bir imân-nâme ile “Yahya bin ʿAbd Allâh” serbes bırakıldı. Fakat, daha sonra Hârûn Reşîd sözünde durmayarak Yahya’yı öldürttü.[20][21]

Alevîler’in fa’aliyetleri ve Şîʿa-i Bâtın’îyye mezhebinin Türkler arasında yayılmaya başlaması

Abbâsîler’in şiddetlenen bu mezâlimi karşısında, Alevîler neredeyse Emevîler’i arar hale gelmişlerdi. Âli Büveyh’in hüküm sürdüğü Deylem bölgesinin en meşhur dâîsi olan Hasan el-Utruş halkı Abbâsîler aleyhine isyâna teşvik etmekteyken Deylemliler’in Abbâsîler’e karşı duydukları kin ve öfke her geçen gün artmaktaydı. Abbâsîler’in Ehl-i Beyt aleyhine yürüttükleri bu tedhiş siyaseti olumsuz neticeler doğurmuş ve halk kitleler halinde Şiîliğe girmeğe başlamıştı. Bu sıralarda, Abbâsî Halifesi El Emîn’in hilâfet makamına yakışmayan tavırlarından öfkelenen halk kardeşi El Me’mûn’a taraftar oluyorlardı.[22] El Emin’in mağlubiyetiyle sonuçlanan iktidar kavgasından sonra Abbâsî tahtına oturan El Me’mûn hür bir fikirle yetiştirilmişti. Alevîler’in Abbâsî halifelerinden geçmişte sürekli olarak görmüş oldukları gadr ve zulmü telâfi etmeya kalkışan El Me’mûn hulefâ-i Abbâsîyye’nin pek azında bulunan serbestî ve taşıdığı hür fikirleriyle filozoflar ve diğer İmamiye Şiası ile Şîʿa-i Bâtın’îyye mensuplarına karşı sonsuz iltifatlarda bulundu. Bu devirde ilmî nüfuzu ile büyük şöhret kazanan Ebû Câ’fer Tusî’nin fıkıh, tefsir ve bilhassa mukaddes metinlerin te’vili alanında yayınlamış olduğu eserleri muâsır ulemâ arasında hürmetle elden ele dolaşmaktaydı. El Me’mûn’nun hilâfete geçtiğinde, izlediği ılımlı siyasetiyle Horasan’daki Türkler arasında İslâmiyetin yayılmasını teşvik etmeye başladı. Türk dostluğu ile tanınan Esed bin Saman’nın oğulları Maverâünnehir ve Herat yöneticiliklerine atandılar. Bu teşvikkâr fa’aliyetlerin bir semeresi olarak İslâmiyet Oğuz Türkleri arasında sür’atle yayılmaya başladı. Merv şehri civarındaki Oğuzlar’ın tamamı İslâmîyeti kabul ettiler. Bu sırada, Karluklar, Oğuzlar ve Batı Türklerinden birçok kabile Şaş ve Farab’ın çevresindeki bereketli ovalara inmekteydiler.[23] Mezhebî kanaatlerinde daha serbest olan bu halife Alevîler’e karşı da daha müsamahakâr bir tutum sergilemekteydi. Halifenin izlediği bu ılımlı siyâset sayesinde Şîʿa-i Bâtın’îyye dâîleri de Türkistan’ı karış karış dolaşmakta, ve bu yeni mezhebin Türk kabileleri arasında yayılabilmesini kolaylaştırmak amacıyla her türlü dinî eğilimlere uygun bir ortam hazırlamakla uğraşmaktaydılar. Eski Türk ve Moğol inançlarıyla “Şîʿa-i Bâtın’îyye” arasında çok sıkı ilişkiler kuruldu. Hattâ “Râfi bin Leys” isyânında, bütün bu fırkalar ile Şaş, Hocend, Buhârâ, Harezm’deki Dokuz Oğuzlar, Karluklar ve Tibetliler hep birlikte ayaklandılar. Bu çeşit başkaldırmaların, göçebe Oğuzlar arasında Ehl-i Sünnet akidelerinden farklılaşan Bâtınî toplulukların gelişimine büyük katkıları olmuştu.[24]

Türkler’in ordu ve saraylardaki seçkin yeri

Irak’ta çıkan ihtilâl ile bütün bu bölgelerden Arapların sürülmeleri ve tüm Emevî memurlarına yol verilmesi ve neticede “Hanedan-î Ehl-i Beyt” adına ayaklanarak nihâyetinde Abbâsîler’in hilâfet makâmını ele geçirmelerinde baş rôlü oynayan da yine Türkler olmuştu. Sonunda, bu kadirşinaslığı takdir eden Abbâsî halifeleri Türkler hakkında unutulmaz minnettarlık hisleri duydular. Hattâ Halife Mansûr divândan Arap isminin kaldırılması ve yerine “Türk” yazılmasını emretti.[25] Türkler’i hilâfet makâmına daha sıkı bağlamak için halifeler onların İslâmiyetine çok önem verdiler. Özellikle Harun Reşid’in bir Türk cariyesinden doğan oğlu Halife El Me’mûn bununla başlı başına meşgul oldu. El Me’mûn’nun Horasan valiliği esnasında oralara göç eden Türkmen boylarıyla birçok Oğuz ve Kanıklı Türklerini maiyetine almıştı. Me’mûn’dan sonra hilafete geçen Harun Reşid’in üçüncü oğlu Abbâs El-Mu’tâsım Billâh’ın annesi de Türk’tü. Bu kadın oğluna çok kuvvetli bir milliyet duygusu aşıladı. Türkler’in doğruluğu, fedakârlığı ve temiz yürekliliği bütün Araplar’ca da i’tiraf edilmişti.[26]

Türkler arasında Müslümanlığın sür’atle yayılmaya başlaması

Kâşgar’da oturan “İlk Han” iktidarının kurucusu Abd’ûl-Kerîm Sâtuk Buğra Han’ın maiyetinden iki yüz bin çadır halkı İslâm olmuştu.[27] H. 346, M. 958 tarihinde Tibet yaylâsında yaşayan Şâmânî Türkler de Arslan bin Kâdir Han’ın yönetimi altına girdi. Arslan bin Kâdir Han’ın İslâma dâvetini kabul eden on bin çadır halkı Müslüman oldu. Artık muhtelif Türk aşîretleri birbirlerini görerek İslâma girmeye başlamışlardı. Türk devletlerinden olan Tolunoğulları, Akşitler, Gazneliler gibi Selçuklu Hanedanı da Abbasiler’in resmi mezhebi olan Sünnilik aleyhinde bir cephe oluşturmaktan kaçındılar. Bu Türk devletlerin hükümdarları “Es-Sultân’ûl-Galib”, En-Nâsır’ed-Dîn”, Es-Sultân’ûl-Kâhir” gibi lâkaplar ile anılıyordu.[28]

Kaynakça

  1. ^ a b Ebül’fidâ, Cilt: 2, Sayfa: 9.
  2. ^ Ebû Zehra, Muhammed, Mezhepler Tarihi, Mütercimi: İsmâil Dağ, Sayfa 265 ve 302, Düşün Yayıncılık, İstanbul, 2011. İstanbul, 2010.
  3. ^ a b Öztürk, Yaşar Nuri, İmâm-ı Â’zam Savunması, Şehid bir önder için Apolocya, – Ortak kaderli iki deha: Sokrat ve İmâm-ı Â’zam, Sahife 246, İnkılâp, İstanbul, 2010.
  4. ^ İbn-i Esir, Cilt 5, Sayfa 251.
  5. ^ Meri-yü’t Tevârih, Cilt 1, Sayfa 212.
  6. ^ Öztürk, Yaşar Nuri, İmâm-ı Â’zam Savunması, Şehid bir önder için Apolocya, – Sahabe ve tâibûn nesline yapılan muameleyi zulûm olarak gösterdi: Ehl-i Beyt’in haklarını savunmadaki özgün tavrı, Sahife 170, İnkılâp, İstanbul, 2010.
  7. ^ Ebû Zehre, Muhammed, İmâm Zeyd, 83.
  8. ^ Öztürk, Yaşar Nuri, İmâm-ı Â’zam Savunması, Şehid bir önder için Apolocya, – Zâlimlere isyânı imân ve ibâdetin esâsı olarak tanıttı: İmâm-ı Â’zam’ın tanıttığı İslâm’ın temel ibâdeti, Sahife 156, İnkılâp, İstanbul, 2010.
  9. ^ Ebû Zehre, Ebû Hanîfe, Sahife 32.
  10. ^ Öztürk, Yaşar Nuri, İmâm-ı Â’zam Savunması, Şehid bir önder için Apolocya, – Sahabe ve Tâibûn nesline yapılan muameleyi zulûm olarak gösterdi: Ehl-i Beyt’in haklarını savunmadaki özgün tavrı, Sahife 171, İnkılâp, İstanbul, 2010.
  11. ^ Not: Anadolu Alevileri ile karıştırılmamalıdır.
  12. ^ Öztürk, Yaşar Nuri, İmâm-ı Â’zam Savunması, Şehid bir önder için Apolocya, – Şehid edilişi veya sonsuzluğa geçiş, Sahife 56, İnkılâp, İstanbul, 2010.
  13. ^ Muvaffık el-Mekkî, Menâkıb, Sahife 433-438.
  14. ^ Arthur Christensen, La regne du roi Kawadh I et le communisme Mazdakite, 1925. (Mazdek’in savunduğu ilkelere göre: Yanan ateşten, esen havadan ve akan sudan, tüm insanlık nasıl ayrım gözetilmeksizin ortaklaşa olarak yararlanmaktaysa, toplumdaki malların ve kadınların da hayâtın sosyal bütün şekillerinde aynı paylaşımcı kanûna tâbi olmaları gereklidir.)
  15. ^ Clement Huart, İslâm Hukukunda Zındikler.
  16. ^ Ebû Reyhan Birûnî, El-Âsâr’ûl-Bakîye. [Bâyezid Umumî Kütüphane, el yazması nüsha].
  17. ^ Keşşaf-ı Istılahat-ı Fünûn.
  18. ^ Baron Rose.
  19. ^ İbn-î Esîr, Cilt 6, Sahife 47.
  20. ^ İbn-î Esîr, Cilt 6, Sahife 50 ve 70.
  21. ^ Öztürk, Yaşar Nuri, İmâm-ı Â’zam Savunması, Şehid bir önder için Apolocya, – Sahabe ve tâbiûn nesline yapılan muameleyi zûlüm olarak gösterdi, Sahife 167, İnkılâp, İstanbul, 2010.
  22. ^ Hâsırî, İkd’ûl-Ferîd Hâşiyesi.
  23. ^ Medhal Osmanlı Tarihi: Encümen yayınları.
  24. ^ Türk Tarihi Dinîsi: Profesör Mehmed Fuad Köprülü.
  25. ^ Jorji Zeydan, Medeniyet-i İslâm’îyye Tarihi, Zeki Magemez tercümesi.
  26. ^ Câhiz, Kitâb Fezâil’ül-Etrak.
  27. ^ Arnol’d, İntişarı İslâm Tarihi, İngilizce’den. Mütercimi Profesör Halil Hâlid.
  28. ^ Subh’ûl-Aşâ.

İlgili Araştırma Makaleleri

<span class="mw-page-title-main">Ebu Hanife</span> Hanefî mezhebinin öncüsü ve imamı olan din bilgini

Ebû Hanîfe veya tam adıyla Ebû Hanîfe Numân bin Sâbit bin Zûtâ bin Mâh İslam dininin dört fıkıh mezhebinden birisi olan Hanefi mezhebinin kurucusu ve Sünni fıkhının en büyük üstâdlarından biri sayılan İslam fıkıh ve hadis bilgini. Asıl adı "Nu’man bin Sâbit" olup sevenlerince ismi "İmâm-ı Â’zam" unvanıyla birlikte anılır.

Şiilik veya Şia, Muhammed'den sonra devlet yönetiminin Ali'ye ve onun soyundan gelenlere ait olduğu fikrini savunan; Ali ile birlikte onun soyundan gelen imamların günahsızlığına, yanılmazlığına ve bizzat Allah tarafından imam olarak seçildiklerine dair inanışların ortak adıdır. İslam dünyası içerisinde Müslüman nüfusun yüzde 10-15'lik kısmını oluşturur. Siyasi saiklerle ortaya çıkan bu ayrılık, zaman içinde fıkhi ve itikadi bir alt yapı kazanarak mezhepleşmiştir.

Zeyd bin Ali, Zeydiyye mezhebinin kurucusu, Tabiin'den fıkıh alimidir. İmam Hüseyin’in torunu ve İmâm-ı Zeynelâbidîn’in oğludur. Tam adı, Zeyd bin Zeynelâbidîn Ali bin Hüseyin bin Ali bin Ebû Tâlib’dir. Künyesi, Ebu’l-Hüseyin olup, kendisine Hâşimî ve Kureyşî nisbetleri de verilmiştir.

İtikâdî mezhepler veya Akide mezhepleri ya da İnanç mezhepleri, İnançla ilgili konular İslam'da başlangıçta bir fıkıh dalı kabul edilen kelâm, daha sonra ilm-i tevhid olarak adlandırılmıştır. Daha sonraları Fıkıh, amelî meseleler üzerinde, kelâm ise itîkâdî meseleler üzerinde yoğunlaşmıştır. Müslümanlar, İslâm Peygamberi Muhammed döneminde akıllarındaki soruları hemen ona sorabiliyorlardı. Ancak peygamberin ölümünden sonra sorularına cevap bulamayınca zamanın büyük İslam alimleri Kur'an'ı akıl ile yorumlamaya koyuldular. Böylelikle de i'tikadi mezhepler oluşmuş oldu. Bu mezhepler farklı coğrafyalara yayıldı ve oralarda benimsendi.

<span class="mw-page-title-main">Yaşar Nuri Öztürk</span> Türk İslam felsefesi profesörü, ilahiyatçı, gazeteci, avukat ve yazar (1951–2016)

Yaşar Nuri Öztürk, Türk İslam felsefesi ve ilahiyat profesörü, yazar, gazeteci, avukat, televizyon programcısı, siyasetçi ve İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nin kurucu dekanıdır. Türkiye'de "Kur'an Müslümanlığı" düşüncesinin öncü isimlerinden biri olan Yaşar Nuri Öztürk, Türkiye başta olmak üzere ABD, Avrupa, Orta Doğu ve Balkanlar'da "İslam ve insan hakları" ile ilgili birçok konferans verdi. Çoğunluğu İslam hakkında olan birçok kitap yazdı. İslam'ı ve Kur'an'ı anlamaya yönelik kaleme aldığı birçok kitabı ve makalesinin yanı sıra siyaset, sosyoloji ve tarih konulu kitaplar da yazdı.

Keysanîlik (Dörtçüler), Şiîlik'te Mehdî kavramını ortaya atarak ilk defa İmam unvanını kullanan; Ali bin Ebu Talib'den sonra sırası ile Hasan bin Ali, Hüseyin bin Ali ve dördüncü İmâm olarak da Ali bin Hüseyin (Zeyn el-Âb-ı Dîn)’in yerine Ali bin Ebu Talib’in Bânû Hânife Kâbilesi mensûbu Havlet bint Câ'fer’den olan oğlu Muhammed bin Hânifîyye'nin imâmlık ve Mehdiliğini kabullenen; temelleri "El-Muhtâr bin Ebû ‘Ubeyd'ûl-Lâh el-Sâkafî el-Thâifî" tarafından atılan ve daha sonra da kendi içlerinden Abbâsî Hâlifeliği’ni çıkaran ghulât (köktendinci) mezhep.

Dört Sadık Sahabe, İslâm mezheplerinden olan Şiâ'nın İslam peygamberi Muhammed'in ölümünden sonraki Hilâfet ihtilafında, peygamberin damadı, amcasının oğlu ve Ehl-i Beyt İmamlarının birincisi olan Ali bin Ebu Talib'i destekleyen dört sadık sahabeyi kastetmektedir. Bu kişiler şunlardır:

<span class="mw-page-title-main">Seffâh</span> İlk Abbasi halifesi

Seffah veya Ebü'l-Abbas Seffah, Emevî hanedanının yıkılmasına neden olup Abbâsîler devletinin kurulmasıyla 750-754 döneminde ilk Abbâsî hâlifesi olarak hüküm sürmüştür. "Seffah" kendine verilen bir lakap olup Arapçada "kan dökücü" anlamına gelmektedir.

<span class="mw-page-title-main">Ebû Müslim Horasânî</span> Abbasi ihtilâlinin komutanı

Ebû Müslim Abdurrahman bin Müslim El-Horasanî, asıl adı Abdurrahman'dır. Ebû Müslim künyesi ile tanınmış bir Müslüman siyasetçidir. Ebu Müslim, 718 veya 719 yılında, Kürt Rewandi aşiretinin yerleşim alanlarından olup Azerbaycan tarafında kalan Mawit köyünde dünyaya gelmiştir. İbnul Esîr, Ebû Müslim'in nazik, cesur, ileri görüşlü, akıllı, tedbirli, mahir kişilikli biri olduğunu belirtmiştir. İran araştırmacılarından Hüseyin Yûsufî, Ebû Müslim'in fizîkî özelliklerini; kısa boylu, esmer tenli, uzun saçlı; mizacını ise iyiliksever, hiçbir zaman şaka yapmayan biri olarak anlatır. Ebû Müslim'e, Emevî Devleti’nin devrilmesinde ve Abbasîlerin hilafetinin başlanmasında oynadığı rol nedeniyle “Nâkilü’d-devle, Sâhibü’d-devle ve Nafizü’d-devle, ” unvanları verilmiştir.

Fâtımîler devrinde Alevîler Hicrî üçüncü asırda Afrika'da devam eden propagandalar neticesinde Fâtımîler'in yayılmaları da daha hızlı ilerlemekteydi. Doğudan batıya doğru durmadan akın eden Alevîler Ehl-i Beyt’in maruz kaldıkları haksızlıkları en feci bir tablo şeklinde tasvir ederek Afrika halkını şiddetli bir Alevîlik yandaşlığıyla Abbâsîler aleyhine teşkilâtlandırıyorlardı. İşte böyle bir ortamda “Ebû Muhammad Ubeyd Allâh el-Mehdi Billah ibn Razî ʿAbd Allâh” Rakkade kentinde hilâfet ilân ederek “Benî Merdar”, Cezâyir merkezli “Benî Rüstem Haricî Hanedânlığı” ve “Benî İdris Alevî Hanedânlığı” hükûmetlerini nihâyete erdirdi. Bu yoğun çalışmalar neticesinde istilâ hudutları da genişleyerek “Delta” kıt’asına kadar dayandı. Sonunda Mısır’ın “Mûiz’ed-Dîn Allâh” tarafından feth edilmesi üzerine Fâtımîler, olanca güçleriyle Abbâsî Hâlifeliği’nin kaşısına çok kuvvetli bir “Alevî Devleti” olarak dikilmeyi başardılar. Hicrî dördüncü asrın ortasında H. 358 / M. 969 tarihinde Kahire kenti inşa edilerek, sadece Şiîliğin eğitim ve öğrenimi maksadıyla meşhur “Ezher Medresesi” kuruldu. Sünnî Ulemâ tedrisattan men'edildiği gibi yeni şehir Kahire de Fâtımî Payitahtı olarak seçildi.

Emevîler devrinde Alevîler

Muhammed bin Abdullah el-Mehdî veya Muhammed en-Nefsüzzekiyye, Abbasiler'e karşı Medine'de başlatılan isyanın lideridir.

<span class="mw-page-title-main">Türkistan Aleviliği</span>

Pamir Alevîliği ya da Türkistan Alevîliği; Çin, Pakistan, Afganistan ile Kırgızistan sınırındaki bölgede yer alan Pamir Dağları'nın etrafında yaşayanlar arasında yaygın olan İmâmet ve İmâmet kökenli Nizârî İsmâ‘ilîler'in nüfus çoğunluğu teşkil ettiği Tacikistan'ın Dağlık Bedehşan Özerk Vilayeti ile Afganistan'nın Badahşan Vilayeti ve civarındaki yōrelere özgü İslâm i'tikadı.

<span class="mw-page-title-main">El-Mukanna</span>

Hâşim el-Mukanna (Peçeli) ya da Peçeli Hâşim Ebû Mûslim Horasanî'nin Abbâsîler tarafından gaddarane bir şekilde kâtli sonrasında Merv şehrinde ortaya çıkan Tanrının kendisine hulul ettiğine iddia ederek kendi Tanrı ilan Abbasi karşıtı isyancı.

Sinbâd ya da Sinbâd el-Mecûsî Sekizinci yüzyılda Abbâsîler Hâlifeliği'ne karşı bir ayaklanma tertip eden Nişabur yakınlarında "Âhan" adında bir köyden olan İranlı din adamı.

El-Dâî'Kebîr Hâlife Hasan bin Zeyyid Tam adı: El-Ḥasan ibn Zeyyîd ibn Muḥammed ibn Ismā‘il ibn el-Ḥasan ibn Zeyyîd bin Hasan el-Mûctebâ bin Ali el-Mûrtezâ, el-Da‘î el-Kebîr, Ali el-Mûrtezâ'nın neslinden olup Taberistan'daki Alavîler Zeydî Hânedanlığı'nın kurucusu olmuştur. Deylem-Taberistan-Gürgan bölgesi ve Türkistan'da "El-Dâî’Kebîr Hâlife – İmâm Bil’Hâkk" nâmıyla ün salmıştır.

Hasan bin Zeyd'ûl-Alevî, Seyyid Zeyd bin Ali el-Alevî'nin oğlu İmam Ali Zeyn el-Âb’ı-Dîn’in torunudur. 785 yılında Taberistan'da başlattığı hûruç hareketiyle nâm salmıştır.

Râvend'îyye; Abbâsî Ailesi'nin reisi ve Keysân’îyye imâmı sıfatıyla Muhammed bin Ali'nin dâ’îleri listesinde yer alan "'Abd Allâh el-Râvendî" tarafından oluşturulan ve Ghulat-i Şîʿa’dan olan bu fırka zaman içerisinde Horasan'da fa'aliyet gösteren tüm Abbâsî taraftarı ve Emevî aleyhtarı Keysân’îyye fırkalarını bünyesinde barındırır bir hâle gelmişti. Râvend’îyye'nin İmâmet i'tikadına göre Allâh’û-Celle-Celâle’hû kendi ruhunu önce peygambere, peygamberden sonra da sırasıyla önce peygamberin amcası Abbas bin Abdülmuttalib'e sonra onun oğlu Abdullah bin Abbas'a intikâl ettirdikten sonra, Abbâsî Ailesi fertlerinden olan Ali, Muhammed, İbrahim, Ebû’l Abbâs "es-Seffah" ve Ebû Câfer "el-Mansûr"'nin bedenlerine hulûl ederek onlar aracılığıyla yeryüzünde tecelli etmiştir. Daha sonraları ise "Râvend’îyye" mensuplarının Hâlife El-Mansûr'a uluhîyyet isnâd etmeğe başlamaları üzerine Mansûr tarafından aleyhlerinde şiddetli bir tâkibât başlatılarak mezhebin taraftarları ağır cezalara çarptırılınca, "Râvendîler" önce onun imâmlığını reddetmişler, sonra da imâmeti gasp etmekle ithâm ederek kendisine sûikâst tertip etmişler ama Hâlife El-Mansûr bu sûikâstten sağ olarak kurtulmuştu.

Şiîliğin kronolojik tarihi Nüfuslarına göre bir tahmin yapılacak olunursa, yaklaşık olarak Dünya'daki toplam Müslüman nüfusun %87-88'i Sünni ve yaklaşık %11-12'si de büyük bir ekseriyeti Onikiciler i'tikadına mensup olan Şiîler'den müteşekkildir. 12-15 Milyon arasında olan İsmaili nüfusu da Şiîliğin içerisinde yaklaşık olarak %10'nun üzerinde, tüm İslâm Dîni içerisinde ise %1'in hemen üzerindedir.

Rizâm’îyye; Rizâm bin Rezm'e mensup ama Râvend’îyye bünyesinde olduğu düşünülen Ebû Müslim Horasânî'ye karşı aşırı sevgi ve bağlılık gösteren bu fırkaya göre Ali bin Ebâ Talib Merkedî'den sonra İmâmet sırasıyla önce oğlu Muhammed bin el-Hânifîyye'ye, sonra Muhammed bin el-Hânifîyye'nin oğlu Ebû Hâşim Abdullah bin Muhammed'e, sonra Abdullah bin Abbas'ın oğlu Ali'ye, ondan sonra da sırasıyla önce Muhammed "el-İmâm" olarak tanınan Ali bin Abdullah'ın oğluna, daha sonra da Ebû Müslim Horasânî adına faaliyet gösteren Muhammed el-İmâm'ın kardeşi İbrahim bin Ali bin Abdullah'a ve en sonunda da Ebû Müslim Horasânî'ye geçti. İkinci bir rivayete göre ise Muhammed el-İmâm'dan sonra Ebû Müslim'e geçmeden evvel önce Ebû'l-Abbas Seffah'a ve daha sonra da Ebû Müslim Horasânî'ye geçmiştir.