Ömer Seyfettin öyküleri listesi
Türk yazar, asker ve öğretmen Ömer Seyfettin'in yazdığı öykülerin ilk yayımlandıkları tarihlere göre düzenlenmiş listesidir.
# | Öykü Adı | İlk Yayımlanma Tarihi | Yayımlandığı İlk Yer | Özet | Not |
---|---|---|---|---|---|
1 | Tenezzüh | 13 Nisan 1902 | Sabah | Pencereden kar yağışını izleyen ve yazın gelmesini bekleyen Juli Hala, çocukluğunu hatırlar ve doktorun uyarısına rağmen karların arasında gezmeye çıkar. Ziyaret ettiği eski aşığını ölüm döşeğinde, kendisini tanımaz halde görünce üzülerek eve döner ve soğuk yüzünden hasta olur. | - |
2 | İlk Namaz | 28 Ocak 1905 | İzmir | Soğuk bir sabahta namaza kalkan yazar, annesinin kendisini namaza kaldırdığı ilk sabahı hatırlar ve yaşamakta olduğu hayatın artık tatsız olduğunu düşünür. | - |
3 | Sahir'e Karşı | 25 Şubat 1905 | İzmir | Yazar, sevdiği kız Belkıs'a yazdığı bir şiiri okur, ama Belkıs beğenmez ve Sahir adında bir şairin şiirini örnek gösterir. Yazar, Sahir'e kıskançlıkla karışık bir düşmanlık besler. Bir hafta sonra arkadaşı tramvayda ona Sahir'i gösterince, onun çapkın bir kadın avcısı değil, çelimsiz bir genç olduğunu gören yazar, Sahir'in hakiki bir şair olduğunu kabul eder. | - |
4 | Sebat | 11 Mart 1905 | İzmir | Uzun zamandır görmediği bir arkadaşına rastlayan yazar, ressam olduğunu öğrendiği arkadaşının atölyesine gider. Resimlerden birini beğenir ve yarım kalan resimleri tamamlaması için arkadaşına kararlılık (sebat) telkin eder; arkadaşıysa sebatsızlığın sebattan daha iyi olduğunu öne sürerek görüşlerini açıklar. | - |
5 | Erkek Mektubu | 24 Ağustos 1907 | İzmir | Mektup biçimindeki öyküde yazar, evlenmesinden bir yıl sonra, bekar arkadaşı Sermet'e yazdığı mektupta evliliği ve eşi hakkında yorumlar yapar ve evlilikten duyduğu hayalkırıklığını dile getirir. | - |
6 | Çirkin Bir Hakikat | 19 Kasım 1908 | Serbest İzmir | Sevdiği kadının evli olduğunu öğrenen yazar, bundan duyduğu öfke ve iğrenmeyi anlatmaktadır. | - |
7 | Ay Sonunda | 26 Kasım 1908 | Serbest İzmir | Çocukluğunda ailesiyle ne kadar mutlu olduğunu hatırlayan 22 yaşındaki yazar, yaşadığı mutsuzluğu önce sevecek birini bulamamasına, sonra da parasızlığa bağlar. | - |
8 | Yaşasın Dolap | 7 Aralık 1908 | Serbest İzmir | II. Abdülhamit döneminde hafiyelik yaparak hızla yükselen 50 yaşındaki Ahmet Samim Bey, bakanlıktaki görevinden bir anda kovulmuştur. Kendisinden intikam alınacağı korkusuyla, 22 yaşındaki eşi Bihter'in de teşvikiyle İstanbul'dan kaçmaya hazırlanmaktadır. Bu esnada Bihter'in sevgilisi Hâmit, Ahmet Samim Bey'i arayan bir komiser kılığında eve gelir, Ahmet Samim Bey ise dolaba saklanır. | "Bir Perdelik Komedi" altbaşlığıyla, oyun biçiminde kaleme alınmıştır. |
9 | İki Mebus | 19 Aralık 1908 | Aşiyan | Genç ve parlak bir milletvekili ile yaşlı bir eski milletvekili, edebiyat ve kalkınma üzerine sohbet ederler. | - |
10 | Elma | 25 Haziran 1909 | Bahçe | Aşkla evlenen bir çiftin hayatı zamanla sıradanlaşmıştır. Erkek bir gün elma soyarken kadın elmanın ne hatırlattığını sorar. Erkek bilemez ve Isaac Newton'ın yerçekimi yasasını bulmasını anlatır. Kadın ise üzülerek, tanıştıkları gün kendisine elma ikram ettiğini söyler. | - |
11 | Busenin Şekl-i İptidaisi | 23 Temmuz 1909 | Teşvik | Yazarın üç yüz frank karşılığı tuttuğu hayat kadını soyunduktan sonra yazarı "sadist" zannedip ağlar, öyle olmadığını anlayınca da öpülmek istemediğini, çünkü busenin ilkel (iptidai) ve saldırgan olduğunu söyler. | Erotik bir öyküdür. |
12 | At | 4 Nisan 1910 | Tenkit | Atıyla ormanda gezdiği sırada eski zamanlarda yaşamayı hayal eden yazar, bir kasabaya varıp, nehirde köpeklerin yanında çamaşır yıkayan kızları görünce iğrenir ve dağa çıkmayı düşünür. Sonra da ata binmenin kendisine iyi gelmediğine karar verip motosiklet almayı planlar. | - |
13 | Beşeriyet ve Köpek | 3 Ekim 1910 | Piyano | Bir yaz gecesi vapura binme hazırlığı yapan yazar, eskiden seyahatleri sırasında yaşadığı aşkları hatırlar. Bir seyahatinde dikkatini çeken bir kadınla konuşmak ister ama yanındaki köpekten rahatsız olur, bunun üzerine kadına köpeği neden bu kadar sevdiğini sorar. Kadın da köpeğin medeniyeti kuran varlık olduğunu ve ilk çağlarda insanın doğaya uyum sağlamasını kolaylaştırdığını, bu yüzden köpekleri çok sevdiğini söyler. | - |
14 | Apandisit | 7 Kasım 1910 | Piyano | Erik hoşafı yerden eriklerden birinin çekirdeğini yuttuğunu fark eden yazar, apandisitinin iltihap kapacağından korkmaya başlar. Konuştuğu bir doktor ona bunun doğru olmadığını söyler. | - |
15 | Aşk ve Ayak Parmakları | 21 Kasım 1910 | Piyano | Zengin ve güzel Âsıme Hanım, eski kocası Hasan Bey'e mektup yazar ve neden boşandıklarını sorar. Hasan Bey de, hayatı boyunca tanıştığı insanları birer hayvana benzettiğini ve o insanların da benzetildikleri hayvanın karakterini taşıdıklarının anlaşıldığını, bunun hiç yanlış çıkmadığını söyler; başta Âsıme Hanım'ın hangi hayvana benzediğini bulamadığını, fakat evlendikten sonra ayak parmaklarını el gibi kullandığını görünce onu maymuna benzettiğini ve bu sahneyi aklından çıkaramadığı için boşandığını anlatır. | - |
16 | Tavuklar | 12 Aralık 1910 | Piyano | Handa kalan yazar, avludaki tavukların insan gördüklerinde bir alanda toplandıklarını görür ve yem beklediklerini hesap ederek akıllı olduklarını düşünür. Bu düşüncesini paylaştığı hancı, tavuklara yem vermediklerini ve birini gördüklerinde abdesthanenin önüne koştuklarını söyler. | - |
17 | Tuğra | 23 Aralık 1910 | Piyano | Meyhanede bira içen yazar hayata dair düşüncelere dalar. Hesabı ödeyecekken paranın üzerinde gördüğü tuğradan etkilenip parayı cebine koyar ve içmeye devam eder. | - |
18 | Acıklı Bir Hikâye | 16 Ocak 1911 | Zaman | Yazar, soğuktan donmak üzere olan bir serçenin, yoldan geçen atın bıraktığı gübredeki buğday tanelerini yiyerek hayata döndüğünü görür. Dama çıkıp ötmeye başlayan serçe, onu duyan bir çocuk tarafından tüfekle vurulur. | - |
19 | Tarih Ezelî Bir Tekerrürdür | 16 Ocak 1911 | Düşünüyorum | Öykünün başında tarihteki bütün olayların birbirini tekrar ettiğini anlatan yazar, Efser adında, Macar ve Çerkez soyundan gelen bir kadınla evlidir. Karısının güzelliğine hayran olan yazar, bir gün bu konuyu halasının oğlu Ahmet Bidar ile konuşur ve ikisi de Efser'in eşsiz bir güzelliği olduğunda anlaşırlar. Yazar bir gün, aslında utangaç olan Bidar'ı evin bir köşesinde saklanmaya ve Efser'i çıplakken izlemeye ikna eder, ancak Efser soyunduktan sonra Bidar'ı odadan çıkarken görür. Ertesi günden itibaren Bidar sessizleşirken, Efser şen ve geveze olur, yazar olanlara anlam veremez. Bir gece arkadaşlarıyla içip sarhoş olduktan sonra eve dönen yazar, Efser ve Bidar'ı yatak odasında yarı çıplak görünce tabancasına davranır, fakat tabanca ateş almaz. Efser gülerek ve sakince yazarı durdurur ve sabahı beklemesini söyler, Bidar ayrılır. Uyuyakalan yazar uyandığında hizmetçiden karısının bıraktığı mektubu alır. Efser, annesinin evine gittiğini, Bidar'ın o gün İtalya'ya döneceğini, namusunu kurtarmak ve olanları anlamak istiyorsa yazarın kendisini boşaması gerektiğini yazmıştır. Yazar bir süre sonra boşanmayı kabul eder ve Efser olanları bir başka mektupta açıklar: Kocasının kendisini bir başkasına çıplak halde gösterdiğini fark eden Efser, kocasının bencillik ve şehvetten ibaret birisi olduğunu görmüş ve aynı olayın Heredot'un anlatılarından birinde yer aldığı hatırlamıştır. Efser kocasından intikam almak için Bidar'la anlaşmış, kendisini Bidar ile yarı çıplak görmesini sağlayacak bir sahne hazırlamış, öncesinde de kocasının tabancasını boşaltmayı ihmal etmemiştir. Efser mektubunun sonunda ertesi gün Bidar ile evleneceğini söyler. Yazar bütün bu olanları bir arkadaşına mektupla anlatır ve Efser'in hareketi sonucunda ölmekten beter hâle geldiğini ve beş yıldır yalnızca tarih kitapları okuduğunu belirtir. | - |
20 | Bahar ve Kelebekler | 11 Nisan 1911 | Genç Kalemler | 97 yaşındaki kadın, 18 yaşındaki büyük torununa okuduğu kitabın konusunu sorar ve kitabın, Fransız bir yazar tarafından yazılmış, mutsuz Türk kadınlarını anlattığını öğrenir. Yaşlı kadın, Türk kadınlarının hiçbir zaman sevinçten mahrum olmadığını, yeni neslin bozulduğunu söyleyerek gençliğindeki eğlenceleri anlatır. Gençken bahar geldiğinde arkadaşlarıyla kelebekleri görme oyunu oynadıklarını, iyi talih anlamına gelen beyaz kelebeği görmek için birbirleriyle yarıştıklarını, siyah kelebeğin ise kötülük anlamına geldiğini anlatır. Bu anıdan etkilenen genç kız dışarı bakar ve siyah bir kelebek görür; hem kendisinin hem Türk kadınlarının geleceğinin kötü olacağını düşünerek üzülür. | - |
21 | Pamuk İpliği | 26 Mayıs 1911 | Genç Kalemler | 26 yaşındaki Behzat Bey, 19 yaşındaki Sürpik Bagdeseryan adlı Ermeni kız ile evlilik üzerine konuşmaktadır. Sürpik, erkeklerin 30 yaşından sonra evlenmesi gerektiğini söylerken, Behzat bir an önce evlenmek istediğini, hatta Sürpik'le evlenmek istediğini söyler; fakat Sürpik, Müslümanların evlilik anlayışının çok serbest olduğunu belirterek, evlilikte katı kurallara sahip bir Hristiyan ile evlenmek istediğini ifade eder. Daha sonra Hamparsum Rupenyan adında, 29 yaşındaki bir Ermeni erkekle konuşan Sürpik, bu defa tam tersi yönde, esnek evlilik kuralları lehinde sözler sarf eder. Hamparsum, Müslümanlaştığını söylediği Sürpik'e kızar. | Oyun biçiminde kaleme alınmıştır. |
22 | İrtica Haberi | 2 Temmuz 1911 | Genç Kalemler | Balkanlarda görevli olan bir subay olan yazar, arkadaşı Selanikli Akil ile vakit geçirdiği sırada yanlarına yaklaşan bir süvari, başkentte olaylar çıktığını haber verir. 31 Mart Vakası'ndan bahsedildiği anlaşılan öyküde, şeriat isteyenlerin olay çıkardığını duyan yazar, memleketin geleceğine dair umutsuz düşüncelere kapılır. Ertesi gün bağlı bulunduğu askerî birlikte alay ve tabur kumandanları, yaşananların II. Abdülhamit'in darbesi olduğunu anlatır. Hareket Ordusu'nun toplanması hazırlıkları yapıldığı esnada yazar, ülkedeki siyasi durumu düşünür ve tarih boyunca din adamlarının özgürlüğün her türüne karşı çıktıkları sonucuna varır. | Anı üslubunda kaleme alınmıştır. |
23 | Bomba | 17 Eylül 1911 | Genç Kalemler | Makedonya'nın bir köyünde yaşlı babası İstoyan'la ve hamile karısı Magda'yla yaşayan Bulgar asıllı Boris, sosyalist fikirleri yüzünden civardaki milliyetçiler tarafından tehdit edilince, babasının bütün mallarını sattırıp ailece Amerika'ya göçmeye karar verir. Yola çıkmadan bir gün önce köye ve İstoyan'la görüşmek isteyen milliyetçilerle konuşmaya Boris gider. Bir süre sonra milliyetçiler eve gelirler, malların satışından elde ettikleri parayı isterler, aksi takdirde Boris'i öldüreceklerini söylerler ve bu esnada Magda'yı taciz ederler. İstoyan, oğlunu kurtarabilmek için bütün parasını verir. Milliyetçiler ayrılmadan önce, evde saklaması için Magda'ya siyah beze sarılmış bir bomba bırakırlar. Boris'i bekleyen Magda, bombaya bakmak istediğinde siyah bezin altında Boris'in kesik kafasını görür. | - |
24 | Primo Türk Çocuğu | 18 Aralık 1911 | Genç Kalemler | Paris'te eğitim gördükten sonra İzmir'de yüksek maaşlı bir iş bulan ve burada Grazia adında İtalyan bir kadınla evlenen Kenan Bey, Selanik'te yaşayan, Türk olduğunu reddeden, Türklükten nefret eden ve batılı olmasıyla övünen bir masondur. Eşiyle iki çocuğu olmuş, fakat küçük olan ölünce yalnızca "Primo" diye çağırdıkları ilk çocukları hayatta kalmıştır. İtalya'nın Trablusgarp'ı işgal etmesi üzerine Selanik'teki halk İtalyanlara ait okullara, şirketlere, hastanelere ve diplomatik temsilciliklere saldırır. İtalyanların ve İtalyan dostlarının şehirden kovulacağını düşünen Kenan Bey, korkudan evine gidemez. Bunların yanı sıra Avrupa'nın büyük devletlerinin dünyanın dört bir yanında güçsüz milletlere yaptıkları zulümleri düşünür, insanlık için çalıştığını söyleyen mason locasının bu işgaller karşısındaki sessizliğine şaşırır ve vatansever babasının çocukluğunda anlattığı hikâyeleri hatırlar. Sabah evine gittiğinde Grazia, Türk ülkesinin Avrupalılarca bölünmesi planını heyecanla Kenan'a anlatır ve Selanik'ten ayrılmak ister. Hayata bakışı değişmiş olan Kenan, Selanik'ten ayrılmayacağını ve Grazia'nın kendisiyle Türk gibi yaşaması gerektiğini söyler. Grazia kabul etmez. Bir gün öncesinde okuldaki Türk arkadaşı Orhan'dan Türklerin tarihteki başarılarını dinleyen ve kendisinin de babasından dolayı Türk olduğunu öğrenen Primo, anne ve babasının tartışmasına kulak misafiri olur; hangisiyle yaşamak istediği sorulduğunda da bozuk Türkçesiyle, Türk olduğunu söyler ve İtalyan kralının duvardaki resmini parçalar. Grazia ağlamaya başlar. | Öykünün devamı 21 Mayıs 1914 tarihinde Türk Sözü'nde yayımlanmıştır. |
25 | Ant | 24 Nisan 1912 | Genç Kalemler | İlkokul zamanını hatırlayan yazar, arkadaşlarının birbiriyle kan kardeşi olduklarını görerek buna özenir, parmağının kesildiği bir gün komşu çocuğu Mıstık'a kan kardeşi olmayı teklif eder. Mıstık elini keser ve iki arkadaş kanlarını karıştırarak kan kardeşi olurlar. Birkaç ay sonra okuldan eve dönerlerken bir köpek çocuklara saldırır. Mıstık, arkadaşını korumak için köpekle boğuşur. Köpekten kuduz hastalığı kapan Mıstık birkaç gün sonra ölür. Yazar yıllar sonra bile parmağındaki kesiğe baktıkça Mıstık'ı hatırlar. | Yazarın ünlü "Ben Gönen'de doğdum." sözü bu öykünün başlangıcında yer almaktadır. |
26 | Aşk Dalgası | 23 Temmuz 1912 | Genç Kalemler | Kadıköy vapurunda manzarayı seyrederek aşk hayalleri kuran yazar, on iki yıldır görmediği okul arkadaşına rastlar. Arkadaşı, yazarın bekar olduğunu görüp ona Türk kadınlarının kocalarına hayatı nasıl dar ettiklerini uzun uzadıya anlatır ve görücü usulü evliliğin yaygın olduğu Türk toplumunda aşık olmanın mümkün olmadığını söyler. Vapur yanaştıktan sonra iki arkadaş, vapurdan toplu halde inen kara çarşaflı kadınları izleyip acırlar. | - |
27 | Piç | 21 Ağustos 1913 | Türk Yurdu | Bingazi'ye savaşmaya giden yazar, arkadaşı Kahire'de hastalanınca, Mısır'ı kontrol eden Avrupalıların arasında onu yalnız bırakmamak için, arkadaşı iyileşene kadar Kahire'de kalmaya karar verir. Kahire'de geçirdiği on günlük sürenin başında bir lokantada eski arkadaşı Ahmet Nihat'la karşılaşır. Artık Katolik ve Fransız olduğunu söyleyen ve bu nedenle yazarın tepkisini çeken Ahmet Nihat, başından geçenleri anlatmaya başlar. Öğrencilik yıllarından beri Türklükten ve Müslümanlıktan nefret eden Ahmet Nihat, hukuk eğitimi için gittiği Paris'te kalmaya ve Fransızlaşmaya karar vermiştir. Ancak bir süre sonra annesinin ölüm döşeğinde olduğu haberini alıp İstanbul'a dönmüştür. Annesi ona, gençliğinde yasak aşk yaşadığı Fransız doktor Dubois'nın Ahmet Nihat'ın gerçek babası olduğunu söylemiş, annesinin ölümünden sonra Fransa'ya gidip gerçek babasını bulan Ahmet Nihat da adını "Pierre Dubois" olarak değiştirmiş ve Katolikliğe geçmiştir. Hikâyesini, "Ey azizim, şimdi halis bir Fransız olduğumu anladınız mı?" diye bitiren muhatabına "Anladım, lakin zaten Türk değilmişsiniz ki... Piçmişsiniz!" yanıtını veren yazar, ortamı terk edip oteline döner ve İstanbul'da Türklüğü aşağılayıp Batılılara özenen herkesin aslında piç olabileceğini düşünür. | - |
28 | Gurultu | 12 Şubat 1914 | Zeka | Öğrencilerin sınavlarına giren ve onları zorlamayı seven bir öğretmen, ders verirken izlediği bir başka öğretmenle, gurultu anlamına gelen "gargouillement" sözcüğü üzerine konuşmaya başlar. İkinci öğretmen bu sözcüğün kendisine üzüntü ve heyecan verdiğini söyler; yirmi yıl önce mezun olduktan sonra kolay yoldan zengin olmak amacıyla II. Abdülhamit'in adamlarından birinin kızıyla evlendiğini, fakat ilk gecede kızın karnı guruldadığı için yataktan kaçtığını, bu aşağılama üzerine kızın ailesinin kendisini Fizan'a sürme tehdidiyle boşanmalarını sağladığını, dolayısıyla büyük bir serveti anlamsız bir rahatsızlık nedeniyle bir gün içinde kaybettiğini anlatır. | - |
29 | Koleksiyon | 19 Şubat 1914 | Zeka | Yazar, Beyoğlu'nun zenginlerinden Mösyö Durant'ı evinde ziyaret eder ve Mösyö Durant'ın yanı sıra eşi ve kızı Juliet ile de sohbet eder. Babanın teklifi üzerine Juliet, "koleksiyonunu göstermek" üzere yazarı odasına götürür, odada geçen bir saatin sonunda yazardan üç yüz frank ister. Yazar daha sonra aynı eve bu sefer Mösyö Durant'ın eşinin "koleksiyonunu görmeye" gelir. Öykünün sonunda yazar kendine, "Bu aile gösterdiği koleksiyonlar sayesinde Paris'te bile zengince yaşayamaz mıydı?" diye sorar. | - |
30 | Hürriyet Bayrakları | 8 Ocak 1914 | Türk Yurdu | 1910 yılında Rumeli'de gezen yazar, İkinci Meşrutiyet'in ilanının yıldönümü kutlamalarını görür. Yolda rastladığı bir subayla konuşurken, Osmanlılık diye bir şeyin olmadığını, her milletin ayrı hesapları olduğunu ve her birinin Türklerden intikam almak için beklediğini anlatır. Subay itiraz eder, ancak yolda gördükleri Bulgar köylülerin bayramla ilgilenmediklerini ve kendilerine öfkeyle baktıklarını görünce fikri değişir. | - |
31 | Mehdi | 5 Mart 1914 | Türk Yurdu | Osmanlı Selanik'ten çekilmiş, Kafkasya'daki Rumlar vapurlarla Selanik'e taşınmaktadır. Serez'den trene binen yazar, trendeki bir kompartımanda dört Türk yolcuyla birlikte seyahat etmektedir. Yolculardan biri Türklerin Selanik'e dönemeyeceğini, çünkü İslam yüzünden geri kaldıklarını söyler. Diğer bir yolcu Mehdi'nin gelip gelmeyeceğini sorgulayınca, kompartımandaki sarıklı, yaşlı hoca söz alır ve bir kurtarıcının bütün Müslümanları kurtaramayacağını, her toplumun kendi kurtarıcısını çıkaracağını anlatır. Bir sonraki durakta trene binen ve kompartımana katılan Rum yolcu, saygısız hareketlerde bulunur, ama Türk yolcular karşılık vermez. | - |
32 | Küçük Hikâye | 5 Mart 1914 | Zeka | Milliyetçilik ve dinciliği reddeden, Osmanlıcı bir cemiyete üye olan, Türk yazar, cemiyetin Şair Sait ve Doktor Eserullah Nâtık gibi üyeleriyle iftihar etmektedir. Cemiyete üye toplamaya çalışan yazar, Beyoğlu'ndaki eski Rum arkadaşı Diyamandis Efendi'yi görmeye gider. Aralarındaki sohbette yazar Osmanlıcı fikirleri savunurken, Diyamandis Efendi de Osmanlı topraklarındaki nüfusun tamamına yakının Türk asıllı olmayan, fakat Türkleşmiş topluluklar olduğunu öne sürerek, Bizans'ı diriltme hedefini över. Yazarın daha sonra görüştüğü Arnavut arkadaşı Fraşarlı Nadir Bey, Arap alfabesini eleştirirken, Ermeni arkadaşı Rupen Dikran Hayikyan ise Kürtleri tenkit eder. Yine de bu kişilerin hepsi cemiyete katılmayı kabul eder. İlk toplantıda Şair Sait, Türkçeden kasıtlı olarak arındırılmış, "Osmanlıca" bir şiir okur, fakat gayrimüslimler anlamaz, bunun üzerine devletin dilinin ne olması gerektiğini tartışırlar. Anlaşamazlar, ama hedeflerinde başarılı olacaklarına olan inançları artmış biçimde, iki hafta sonra toplanmak üzere ayrılırlar. Birkaç gün sonra yazar, cemiyetin Yahudi üyelerinden birinin evine gider ve ailenin Siyonist olduğunu öğrenir, evden ayrıldığında o da Siyonist olmaya karar vermiştir. | Satirik bir öyküdür. |
33 | Gayet Büyük Bir Adam | 2 Nisan 1914 | Safahat-ı Şiir ve Fikir | İzmir'de yaşayan bir embriyoloji uzmanı olan yazar, İkinci Meşrutiyet'in ilanından sonra arkadaşlarından İstanbul'a gidip millete hizmet etme tavsiyesi alır. Yazar bu konuyu düşünürken çorbacıda parası yetmediği için yeleğini rehin bırakır, iki aydır borcunu ödemediği hana döndüğünde hancının odasını iki yeni müşteriye kiraladığını ve yazarın eşyalarına el koyduğunu öğrenir. Öfkeden dişlerini sıkarken bir dişi kırılır. Yatmak için kıraathaneye giderken, İstanbul'da zengin olma hayalleri kurar. | Öykünün devamı, dergi kapandığı için yayımlanamamıştır. |
34 | Şîmeler | 16 Nisan 1914 | Yirminci Asırda Zeka | Yazar isim vermeden, Türklüğü, Müslümanlığı ve milliyetçi bakışları reddeden kişinin görüşlerini satirik biçimde eleştirmektedir. | Öyküde isim verilmeden eleştirilen kişi Rıza Tevfik Bölükbaşı'dır.[1] |
35 | Primo Türk Çocuğu | 21 Mayıs 1914 | Türk Sözü | İtalyan annesi evi terk eden Primo, bir ay içinde Türkçe öğrenir ve babasıyla konuşarak adını Oğuz olarak değiştirir. Evdeki Türk olmayan hizmetçiler işten çıkarılıp yerine Türkler işe alınır, evde Türk yemekleri pişmeye başlar. Babası Oğuz'a Türklerin tarihini ve son olarak içinde bulundukları zor durumu anlatır. Geri çekilen Osmanlı ordusunun Selanik'ten de çekilecek olmasına üzülen Oğuz, babasının İstanbul'a taşınmaya karar vermesi üzerine kendini öldürmeyi düşünür. İlerledikçe katliam yapan düşmanları duydukça ve düşmana direnmeyen Türkleri gördükçe nefreti katlanır. Çok geçmeden babası gözaltına alınan Oğuz, sabah olunca evdeki silahla düşmanları öldürme planı yapar. | 18 Aralık 1911'de yayımlanan öykünün devamıdır. |
36 | Boykotaj Düşmanı | 30 Mayıs 1914 | Tanin | Türklerin Yunan mallarını boykot etmesi çağrısı yapan bir kitapçık gören gazeteci Mahmut Yesri, okuduklarına sinirlenip Yunan hayranı görüşlerini tekrar eder. Kendisi gibi düşünen arkadaşı, şair Nihat'a rastladığında birlikte Türklüğü aşağılayıp Yunanlığı överler. | Öyküde, Yahya Kemal Beyatlı ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu tarafından savunulmuş olan "Neobizantin" fikri satirik biçimde eleştirilmektedir. |
37 | Beyaz Lale | 24 Temmuz 1914 | Donanma | Osmanlı ordusu Serez kentinden çekilmiş, Hristiyanlar kutlama yapmaktadır. Bulgar Binbaşı Radko Balkaneski, şehirde yapılacak yağma ve katliamı kontrollü bir biçimde gerçekleştirmesi için kente gönderilmiştir. Radko, zenginlerin mallarının alınması, erkeklerin, çocukların ve yaşlıların öldürülerek hendeklere gömülmesi, kızların askerlere dağıtılması, evlerin ve dükkânların yağmaya açılması ve bütün bunların Avrupa'nın haberi olmayacak biçimde sessizce gerçekleştirilmesi için bir plan yapar. Çete reisleriyle yaptığı toplantıda bir milletin rahatça yaşaması için yabancı unsurların katledilmesi, bunun İspanyolların yaptığı gibi sonuna kadar ve Fransızların yaptığı gibi şevkle gerçekleştirilmesi gerektiği konuşulur. Bulgar askerleri katliama başlar. Kentin önde gelenlerinden Hacı Hasan Efendi, karısı ve beş erkek çocuğuyla kandırılarak evlerinden çıkarılır ve öldürülür. Hacı Hasan Efendi'nin konağına giden Radko, eve hayran olur. Hacı Hasan Efendi'nin 19 yaşındaki kızı Lalî'yi (Radko ona Lale demektedir) kandırarak kapıyı açtırır ve kıza saldırır. Radko uzun süren bir boğuşmadan sonra Lalî'nin kıyafetlerini parçalar, fakat kız pencereden atlayıp intihar eder. Radko dışarı çıkar, Lalî'nin öldüğünü anlar, kızın ölüsünü odaya taşır, yatağa yatırır ve tecavüz eder. | - |
38 | İhtiyarlıkta mı Gençlikte mi? | (tarihsiz) | Türk Yurdu Kitaphanesi | Geniş arazileri ve çok sayıda hayvanı olan Hasan Bey ve karısı Uluç Bikem'in, Turgut ve Korkut adlarında ikiz çocukları vardır. Hasan Bey bir gün rüyasında bir derviş görür, derviş ona, "Senin başına çok büyük bir felaket gelecek. İhtiyarlıkta mı gelsin? Gençlikte mi?" diye sorar. Felaketin gençlikte gelmesini isteyen Hasan Bey'in arazisi ve malları yağmalanır. Ailesiyle birlikte canını zor kurtaran Hasan Bey, bir Türk kentine göç eder, burada öğretmen olur. Ama bir gün evi yanar. Yazın köyde çiftçilik yaptığı sırada Acemler karısını kaçırır. Hasan Bey ve oğulları Acemlerin peşinden gider, ancak Korkut'u ayı kapar, Turgut da nehre düşüp kaybolur. Hasan Bey tek başına yıllar boyunca Acem diyarında karısını arar. Bir gün yazdığı Turan destanıyla ünlenir, Acem şahı onu baş şair yapar, Hasan Bey yoksulluktan kurtulur. Ayının yemeyip beslediği Korkut ve nehirde bir değirmene takılarak kurtulan Turgut, yıllar sonra buluşup Acem diyarına giderler, saray okuluna alınırlar ve çok iyi eğitim görürler. Acem şahı ikiz kardeşleri Anadolu'ya gönderdiği elçinin yanına verir. İkizler elçinin konağının zindanında annelerini bulurlar. Elçi üçünün idamını ister, şah ise önce yargılama yapmaya karar verir. Yargılama sırasında Hasan Bey ailesini görür ve yıllar sonra kavuşurlar. Elçi idam edilir, Hasan Bey başvezir olur, bir yıl sonra şah ölünce de onun yerine geçer. | - |
39 | Sivrisinek | 12 Temmuz 1917 | Yeni Mecmua | İstanbul'dan ayrılan ve kırdaki bir arkadaşının evine yerleşen yazar, nerede olduğunu bir şekilde keşfeden Efruz adlı arkadaşının gönderdiği mektuba yazdığı cevapta, aradıkları ilmi taşrada bulduğunu söyler ve örnek olarak, kendisine anlatılan Rüzgâr ile Sivrisinek öyküsünü anlatır. Rüzgâra meydan okuyan sivrisinek, kaybedeceğini anladığında bile gururunu elden bırakmamaktadır. Yazar bu öykünün, kişilerle uğraşmanın anlamsız olduğunu gösterdiğini söyler. | - |
40 | Falaka | 19 Temmuz 1917 | Yeni Mecmua | Yazar, çocukluğunda kırk kişilik bir sınıfta öğrenim gördüğünü ve başlarındaki hocanın yaramazlık yapanları falakaya yatırdığını anlatır. Bir gün teftişe gelen kaymakam, falakayı yasaklar. Fakat çocukların yaramazlıklarının artması üzerine hoca falakayı tekrar kullanmaya başlar. Hocanın uyuyakaldığı bir gün çocuklar hocanın kutusundan enfiye çeker ve hapşırmaya başlarlar, hoca da onları sıra dayağına çeker ve o günden sonra hapşıran herkesi falakaya yatırır. Hoca yine uyuyakaldığında çocuklar bu sefer enfiyeyi hocanın eşeğine koklatırlar ve hayvan hapşırmaya başlayınca, yemin etmiş olan hoca, eşeği falakaya yatırır. Bu esnada kaymakam gelir, yasakladığı falakanın kullanıldığını görüp hocayı götürür. Yazar yıllar sonra bile her hapşırdığında işten atılmasına neden oldukları yaşlı hocasını hatırlar. | - |
41 | Hürriyet Gecesi | 12 Temmuz 1917 | Yeni Mecmua | İkinci Meşrutiyet'in ilan edildiği gün çok sevinen yazar, heyecanına hakim olamayıp elindeki bastonla sokaktaki feneri kırar. Bunu gören yaşlı bir adam, yazarla konuşmaya başlar ve ona heyecanını kendisi için değil milleti için kullanmasını tavsiye eder. | - |
42 | Eleğimsağma | 9 Ağustos 1917 | Yeni Mecmua | Küçük Ayşe, erkekler gibi ata binmeyi, silah atmayı ve güreş tutmayı sevmektedir. Bir gün köyün imamı Kurt Hoca ona çarşafa girmesi gerektiğini söyler. Ömrünün geri kalanında sevdiği işleri yapamayacağını düşünüp üzülen Ayşe, gökkuşağının altından geçerek erkek olmayı planlar. Bir gün gördüğü gökkuşağına doğru koşar, yaklaşınca yorulur ve uyuyakalır. Uyandığında kendisini erkeğe dönüşmüş olarak bulur. Köyüne döner, arkadaşı Gülsüm'ün düğünü olduğunu görür. Düğüne müdahale eder, damat Hasan'ın Gülsüm'ü boşamasını sağlar ve Kurt Hoca'nın da Gülsüm'ü kendisiyle nikâhlamasını ister. Hoca, Ayşe erkek olmadığı için nikâhın caiz olmadığını söyler, bunun üzerine ahali Ayşe'nin üzerini kıyafetlerle kapatmak için hücum eder. Hoca uçarak uzaklaşır, minarenin şerefesine konar, Ayşe de hocayı minarede yakalar. Derken minare yıkılır ve Ayşe kafasını çarpar. Bu esnada uyanan Ayşe, babasının kafasına yumruk attığını görür. Saatlerdir onu arayan babası, Ayşe'yi eve götürür. | - |
43 | Çanakkale'den Sonra | 16 Ağustos 1917 | Yeni Mecmua | Okuldan mezun olduktan sonra hayattan ümidini zamanla kesen ..., kırk beş yaşını geçmiş, hiç evlenmemiş, Acıbadem'de tek başına yaşayan bir adamdır. Düşman işgali tehdidi varken hayatlarına rahatça devam eden insanları görerek sinirlenir. Seferberlik ilan edildiğinde sokakların askerle dolduğunu görüp şaşırır, Çanakkale'den zafer haberi gelince ümidini tekrar kazanır. Evlenir, hariciyede tercümanlık yapmaya başlar. Bir kızı olur, adını Mefkûre koyar. | - |
44 | Ferman | 23 Ağustos 1917 | Yeni Mecmua | Kanuni Sultan Süleyman, ordusuyla birlikte sefere çıkar. Orduya yol boyunca saldıran haydutlarla mücadeleye katılan 25 yaşındaki Tosun Bey, pek çok kahramanlık daha göstermiş bir yiğittir. Birçok kişi Tosun Bey'in kısa sürede beylerbeyi, sonra vezir, nihayet veziriazam olacağını düşünmeye başlar. Padişahın çadırının kaybolduğunu duyunca sinirlenen Tosun Bey, Kazasker Perviz Efendi'den hesap sorar, sonra da arkadaşlarıyla birlikte çadırı aramaya gider. Çok geçmeden sipahiler gelir ve sadrazamın kendisini çağırdığını söylerler. Sadrazam, Tosun Bey'e bir ferman verir ve Niş'teki beye götürmesini söyler. Tosun Bey yola çıkar, Niş'e yaklaştığında bir çiftlikte dinlenir. Gördüğü rüya üzerine fermanı açar ve içinde kendisinin idam edilmesi emri bulunduğunu görür. Vezirleri suçlayan Tosun Bey, önce kaçmayı düşünür, fakat çocukluğunda aldığı eğitimi hatırlayarak teslim olmaya karar verir. Fermanı verdiği Niş Beyi, emri uygulamayı vicdanına kabul ettiremez ve yerine kendisinin idam edilmesini önerir. Tosun Bey, "Padişahın emrini yapmayan asileri ben keserim!" diyerek beyin üzerine yürür, bunu gören korumalar Tosun Bey'i tutarlar ve idam ederler. Niş Beyi, Tosun'un arkasından ağlayarak Yasin okur. | - |
45 | Üç Nasihat | 30 Ağustos 1917 | Yeni Mecmua | Kastamonu'daki bir köyde annesiyle yaşayan Durmuş, öküzlerinden biri ölünce para kazanmak için İstanbul'a gider. On gün iş bulamaz, sonra Edirnekapı'da Müstaki Efendi adında yaşlı bir adamın uşak aradığını öğrenip işe talip olur. Müstakim Efendi, ücret olarak yılda bir kuruş ve bir de nasihat vereceğini söyleyince Durmuş başta reddeder, ama ertesi gün kabul edip işe başlar. Bir yılın sonunda ücretini ve "Yolunu, izini bilmediğin yere gitme!" tavsiyesini alır. Canı sıkılan Durmuş işten ayrılmaya karar verir, ama bir yıl daha hizmet ederse bir kuruş ve bir tavsiye daha vereceğini söyleyen Müstakim Efendi'nin teklifini kabul eder. İkinci yılın sonunda aldığı tavsiye "Emanete hıyanetlik etme!" olur. Durmuş'un canı sıkılır, yine ayrılmaya karar verir, ama Müstakim Efendi son bir tavsiye daha vadedince kalmaya karar verir. Durmuş'un aldığı son tavsiye "Karını kendin gitmediğin yere gece yatısına gönderme!" olur. Durmuş memlekete dönmeye karar verir, Müstakim Efendi de annesine hediye olarak Durmuş'a iki somun verir. Dönüş yolunda yolu taşkın bir ırmak tarafından kesilen Durmuş, ilk tavsiyeyi hatırlayıp suya girmez, cesaret gösteren arkadaşı ise suya kapılıp kaybolur. Kalanlar bir çobandan ırmağın üstünden geçen köprünün yerini öğrenirler. Bir süre sonra yolda acıkan Durmuş, yanındaki somunu yiyecekken, ikinci tavsiyeyi hatırlayıp vazgeçer. Grubun yolu hırsızlar tarafından kesilir, herkes değerli malını kaybeder, yanında ekmekten başka bir şeyi olmayan Durmuş ise dayak yer. Herkes evine parasız biçimde döner. Durmuş annesiyle buluşur, yemek için çıkardıkları ekmeklerin ikisinin de içinden altın çıkar. Köy halkı Durmuş'a evlenmesini söyler, Durmuş ise, evleneceği kızı kendi kalmadığı bir yere göndermeme şartını öne sürünce gelin bulunamaz. Bir süre sonra uzak bir köyden öksüz bir kız bulurlar, Durmuş bu kızla evlenir ve bir oğlu olur. Yıllar sonra kızın köylüleri, Durmuş'a ısrar ederek kızı düğüne katılmak için bir geceliğine köyüne götürürler. Durmuş'un için rahat etmez, karısının peşinden gider. Düğün alanına yaklaşır, karısını uzaktan görür, kimliğini gizleyerek konuştuğu bir kocakarıya, kendisiyle karısını gece aynı odaya sokması için para verir. Yüzünü kapatarak girdiği odada kız ağlar ve direnir. Durmuş da oğlunu alıp evine döner. Çocuğun kaybolduğunu gören köylüler, ertesi gün kızı Durmuş'a götürürler ve oğlunun çıkan yangında öldüğünü söylerler. Durmuş da gerçeği anlatır ve evlenmeden önce kendi kalmadığı bir yere karısını göndermeyeceğini söylediğini hatırlatır. | - |
46 | Kaç Yerinden? | 6 Eylül 1917 | Yeni Mecmua | Yazar, bir gün vapurda doktor akrabasıyla karşılaşır ve sohbet etmeye başlarlar. Yazar eski zamanları ve kahramanlık öykülerini överken, doktor da modern zamanları ve teknolojiyi övmektedir. Yazar eski zamanlarda on yara alsa bile savaşmaya devam eden yiğitlerden bahsedince doktor, yolcular arasında Ferhat Ali Bey adında bir subayı işaret eder ve onu beş ayrı cephede tedavi ettiğini, toplam 49 yara almasına rağmen savaşmaya devam eden bu kahramanın, kendisini milletine adadığı için adının duyulmasını istemediğini anlatır. Yazar bu yeni kahramana hayran olur. Vapur yanaşırken Ferhat Ali Bey'in yanına giden yazar ve doktor, onun son savaşta sağ bacağını kaybettiğini, savaşa bundan sonra uçak pilotu olarak devam edeceğini öğrenirler. | - |
47 | Kütük | 27 Eylül 1917 | Yeni Mecmua | Birçok kaleyi fethettikten sonra iki bin askeriyle Şalgo Burcu'nun önüne gelen Arslan Bey, bir ormanın yakınında kamp kurar. Askerler kaleye neden hücum edilmediğini anlamazlar ve sıkılmaya başlarlar. Bu sırada Arslan Bey her gün atıyla ormana gitmekte ve saatler sonra dönmektedir. Bir sabah ortalığı sis kaplar, Arslan Bey askerlerine gürültü yapmalarını, nara atmalarını ve civardaki elli mandayı kullanmalarını, sis dağılınca da susmalarını ister. Kendisi de kalenin önüne gider, İstanbul'un fethinde kullanılan topu yakındaki ormana getirdiğini söyleyerek, teslim olmadıkları takdirde kaleyi yıkacağını söyler. Kaledeki askerler işaret edilen yerde, mandaların yanında büyük bir top görürler ve teslim olurlar. Kaleyi teslim aldıktan sonra Arslan Bey, düşman askerini ormana götürür ve top sandıkları şeyin siyaha boyanmış bir kütük olduğunu gösterir. | Şalgo Kalesi, Macaristan'ın başkenti Budapeşte'ye 120 kilometre mesafede bulunmaktadır. |
48 | Vire | 11 Ekim 1917 | Yeni Mecmua | Goça bölgesini fetheden Türk ordusu, bir kalede 150 asker bırakmıştır. Kaledeki askerler, padişahın "Kızılelma" üzerine çıkacağı sefer için kaleyi korumaktadır. Kalenin komutanı Barhan Bey, padişahın İran seferinde olduğunu öğrendiğinde, kalenin üç aylık erzağı kalmıştır. Çok geçmeden üç-dört yüz şövalyenin kaleye doğru ilerlediğini görürler. Kaleyi savaşmadan teslim etme numarası yapmaya hazırlanan Barhan Bey, kalenin dibine gelen düşmanla anlaşır: Türkler savaşmadan kaleyi terk edecekler, kaleyi kuşatanlar da güvenli geçişi temin etmek için iki gruba ayrılacaklar, silahlı olan ilk grup kaleye girecekti. Teklif kabul edilir ve kale el değiştirir. Barhan Bey çok beklemeden, dışarıda bekleyen silahsız düşman askerlerini esir alır ve ağır cephanelere el koyar, ayrıca kalenin dar kapısına yukarıdan bakan bir tümseğe de asker yerleştirir. Kandırıldıklarını anlayan askerler kaleden çıkmaya çalıştıkça tümsekteki Türkler tarafından vurulur. Suların zehirlendiğini düşünen kaledekiler dört gün sonra teslim olmaya karar verir. Barhan Bey ve askerleri kaleye girer, düşman askerleri arasında asilzade olan 50 kişiyi ayırır, diğerlerinin silahsız biçimde ayrılmalarına izin verir ve asilzadeleri geri istiyorlarsa kaleye erzak getirmelerini söyler. Düşman kabul eder ve kaledeki Türkler, kendilerine uzun süre yetecek erzakla padişahın seferini beklemeye başlarlar. | - |
49 | Yeni Bir Hediye | 11 Ekim 1917 | Yeni Mecmua | Akşam yemeğinden sonra kahvelerini balkonda içen Sadi Bey ve Cevriye Hanım, ertesi gün davetli oldukları sünnet düğününe ne hediye götüreceklerini düşünürler. Fazla harcama yapmak istemeyen, ama kötü bir hediye vermek de istemeyen Sadi Bey, hediye olarak piyango bileti almaya karar verir. | - |
50 | Binecek Şey | 18 Ekim 1917 | Yeni Mecmua | Derviş Hasan, aç ve yorgun biçimde yolunda ilerlemektedir. Dua ederek Tanrıdan kendisine bir topal eşek de olsa "binecek bir şey" göndermesini ister. Yolda dik bir yokuşa gelince duasını tekrar eder ve Tanrı binecek bir şey göndermezse yerinden kıpırdamayacağını söyler. Yorgunluktan uyuyakalan Derviş Hasan'ı bir yörük uyandırır. Yörük, dervişin dinlenmiş olduğunu söyleyerek yeni doğan bir tayı kucaklayarak yokuşun tepesine çıkarmasını ister. Derviş reddeder, yörük ısrar edince de derviş küfreder. Yörükler dervişi döverler, derviş de hem yorgun, hem acı içinde, hem de kucağında kokan bir hayvan olduğu hâlde yokuşu çıkar. Yokuşun tepesinde Tanrıya isyan etmekte haksız olduğunu anlayıp tövbe eder. | - |
51 | Teselli | 25 Ekim 1917 | Yeni Mecmua | Safevi şehzadesi İsmail Mirza, hileyle ele geçirdiği Erciş'te katliam yapmış, kendisini öldürmeye gelen sancak beylerini pusuya düşürmüştür. Bu pusudan sağ kurtulan Erzurum kumandanı İskender Paşa, idam edilmeyi beklemekte, vaktini türbede ibadetle, ölüm korkusu içinde geçirmektedir. İşlerini defterdarına devreden İskender Paşa, bir gün kahyasından atlıların geldiğini öğrenir ve son namazını kılmaya başlar. Gelen kişiler içeriye girerler, namazı bitince öldürüleceğini anlayan İskender Paşa korkudan bayılacak gibi olur. Namazı bittiğinde ise, gösterdiği kahramanlık için padişahın kendisine hediyeler gönderdiğini öğrenip rahatlar. | - |
52 | Pembe İncili Kaftan | 1 Kasım 1917 | Yeni Mecmua | Safevi hükümdarı Şah İsmail'in Osmanlı sultanı II. Bayezid'e altınlar ve elmaslarla gönderdiği elçiye padişahın eli öptürülmemiştir. Şah İsmail'e gönderilecek elçiye daha kötü davranılabileceğinden çekinen sadrazam ve vezirler, ölümden korkmayan birini elçi yapmayı düşünürler. Vezirlerden biri, Üsküdar'da oturan Muhsin Çelebi adında, gururlu ve mert bir gaziyi teklif eder. Sadrazamla görüşüp yapılacak elçilik görevini öğrenen Muhsin Çelebi, hazineden bir kuruş almadan, mallarını satarak ve borç alarak gösterişli bir temsil heyeti oluşturacağını ve kendisinin de, İstanbul'da o dönem ünlü olan "Sırmakeş Toroğlu'nun dibası Hint'ten, harcı Venedik'ten gelme Pembe İncili Kaftanını" giyeceğini söyler. Sadrazam devletin parasını kullanmakta ısrar etse de sözünü dinletemez. Muhsin Çelebi altı ay içinde gerekli parayı denkleştirir, karısını ve iki çocuğunu altı aylık nafakalarıyla birlikte akrabalarından birinin evine bırakır ve yola çıkar. Pembe inciyi yalnızca masallarda işitmiş olan Şah İsmail, Muhsin Çelebi'yi kıskanır, onu küçük düşürmek için tahtın önündeki şilteleri ve seccadeleri kaldırtır. Muhsin Çelebi taht odasına girdiğinde oturacak bir yer göremez, "Beni mecburen ayakta, hürmet vaziyetinde tutmak istiyorlar galiba..." diye düşünerek, pembe incili kaftanını çıkarır, yere serer ve padişahın mektubunu okur. Mektup bitince de izin istemeden kalkar ve kapıya doğru yürür. Sinirlenen Şah İsmail, "Şunun kaftanını veriniz," der. Tahtın önündeki kaftanı alıp "Buyurun, kaftanınızı unutuyorsunuz," diyen muhafıza cevap olarak Muhsin Çelebi ise "Hayır, unutmuyorum. Onu size bırakıyorum. Sarayınızda büyük bir padişah elçisini oturtacak seccadeniz, şilteniz yok... Hem bir Türk yere serdiği şeyi bir daha arkasına koymaz... Bunu bilmiyor musunuz?" der. İstanbul'a dönen Muhsin Çelebi, sadrazamın yanına gider ve mektubu şaha ilettiğini, hiçbir hakarete uğramadığını ve geri döndüğünü anlatır. Sadrazam kaftanı satın almak ister, ama kaftanın akıbetini öğrenemez. Kaftanı satamadığı için mallarını rehinden kurtaramayan Muhsin Çelebi, atını satarak Kuzguncuk'ta bir bahçe alır, ailesine bakar, ömrünün sonuna kadar pazarda sebze satarak fakir bir hayat yaşar. | - |
53 | Çakmak | 15 Kasım 1917 | Yeni Mecmua | Makedonya'da sürücülük yapan İboş ve Mıstık, yıllar sonra bir Anadolu kasabasında karşılaşırlar. İkisi de kısa yoldan para kazanabilecekleri işler arayan hemşehriler, Anadolu'nun ahlakından, hilekarlığından ve geçimsizliğinden şikayet etmeye başlarlar. Sigara içmek için tütün sardıkları sırada Mıstık, İboş'un çakmağını çalar ve koynuna gizler. İboş da Mıstık'ı suçlar, ama Mıstık inkâr eder, birbirlerinden şikayetçi olmak üzere mahkemeye giderler. Hakim ikisini de dinler, şahit olmadığı için Mıstık'ı haklı bulur, ama mahkeme masrafını Mıstık'ın ödemesini ister. Mıstık da mahkeme masrafı çakmaktan daha pahalı olduğu için çakmağı çıkarır ve İboş'un yüzüne fırlatır. | - |
54 | Mermer Tezgah | 15 Kasım 1917 | Yeni Mecmua | Cabi Efendi, kitapları hafife alan, gerçek bilgeliğin hayatta gizli olduğunu düşünen bir ihtiyardır. Bir gün Üsküdar'da gezerken, bir marangozun tezgahının beyaz mermerden olduğunu görür ve anlam veremez. Marangozla konuşur, iş yaparken aletlerin tezgaha zarar verebileceğini söyler ve neden ahşap tezgah kullanmadığını sorar. Marangoz da hünerine güvendiğini, on beş yıldır hiç hedefi ıskalamadığını söyler. Cabi Efendi de marangoza ders vermek için civarda bir kasapta kuzu pişirtir ve marangozun evine gönderir. Marangoz evde kuzuyu kimin gönderdiği üzerine karısıyla kavga eder, dikkati dağıldığı için ertesi gün mermer tezgahına zarar verir. Cabi Efendi çıkagelir, yaşananları açıklar ve marangoza ahşap tezgah kullanması gerektiğini hatırlatır. Sonra da Kız Kulesi'nin gizemini çözmek için yola çıkar. | - |
55 | Başını Vermeyen Şehit | 22 Kasım 1917 | Yeni Mecmua | Türk ordusu civardaki kaleleri fethetmiş, Zigetvar Kalesi'ne yapılan kuşatma ise kışın bastırması üzerine kesilmiştir. Ordu Budin'e dönmüş, Zigetvar yakınındaki, Grijgal adlı hisarda 114 asker bırakılmıştır. Kuru Kadı'nın liderlik ettiği askerler arasında Deli Mehmet ve Deli Hüsrev adlarında iki arkadaş da vardır. Bayram arefesinde Zigetvar kumandanı Kıraçin, iki bin askeriyle kaleden çıkar ve Grijgal önüne gelir ve kalenin teslim edilmesini ister. Bu sırada Kuru Kadı, civardaki Türk hisarlarından yardım isteyen topları ateşler ve yaptığı çağrı, yardımın geldiğini belirten işaret toplarıyla karşılık bulur. Kuru Kadı kaleyi teslim etmeyi kabul etmez, askerleri ise kapının açılmasını ve düşmanla savaşmayı ister. Savaş başladıktan sonra Kuru Kadı, bir şövalyenin bir Türk askerinin kafasını eline aldığını görür. Deli Hüsrev bu sırada, "Mehmet! Mehmet! Canını verdin! Başını verme Mehmet!" diye bağırır. Kuru Kadı ölenin Deli Mehmet olduğunu anlar. Hüsrev'in çağrısı üzerine Mehmet'in başsız vücudu yerden kalkar, kendi başını tutan şövalyeye yetişir, şövalyeyi atından düşürür, kendi başını yerden alır ve oraya uzanır. Savaşı Türkler kazanır ve düşman geri çekilir. Deli Mehmet'in naaşı Grijgal'de toprağa verilir. Kuru Kadı gördüklerinden çok etkilenir, her gün Mehmet'in mezarını ziyaret eder, sonra yaşananları önce mevlit diliyle, sonra da yüzlerce beyitlik bir destanla yazıya geçirir, gördüğü herkese de anlatır. Bir süre sonra Kuru Kadı'ya bir iç sıkıntısı gelir ve Mehmet'in hikâyesinden aldığı hazzı alamamaya başlar. Deli Hüsrev'e rastladığında nedenini sorar, Hüsrev de gördüğü mucizevi bir olayı herkese anlattığı için kerametini kaybettiğini söyler. Kuru Kadı perişan olur, bir süre sonra da görevini yerine getiremeyeceği görülerek Budin Valisi Ahmet Bey tarafından görevden alınır. On iki yıl sonra Zigetvar Kalesi fethedilir, kale önündeki yaralılar toplandığı sırada askerler, Deli Hüsrev'in naaşının yanında ak saçlı, ak sakallı birinin de şehit olup uzandığını görürler ve bunun "Grijgal'in meczup kadısı" olabileceğini söylerler. | - |
56 | Kızılelma Neresi? | 29 Kasım 1917 | Yeni Mecmua | Sefer sırasında askerlerin "Kızılelma'ya! Kızılelma'ya!" diye bağırdıklarını duyan Kanuni Sultan Süleyman, şehzadeliği döneminden beri duymakta olduğu Kızılelma'nın neresi olduğu düşünür ve yanına topladığı vezirlerine bu soruyu sorar. Vezirler Viyana, Roma, Çin, Maçin, Hint, Sint, Kafdağı gibi yanıtlar verir. Vezirlerin en bilgini, Kızılelma diye bir şeyin olmadığını ve halk tarafından uydurulduğunu söyler. Sultan ise halkın dilinde olanın aynı zamanda örf olduğunu, halkı yöneten kişilerin halkın ne istediğini bilmesi gerektiğini söyler. Sultan sonradan bu sorunun cevabını kendisinin de bilmediğini fark eder. Huzurdakilerden İskender Paşa, halktan bir garip, bir asker, bir de bostancı bulur. Sultan bu üç kişiye aynı soruyu sorar. Üçü de Kızılelma'nın padişahın milletini götüreceği yer olduğunu söyler. Sultan da vezirlerine dönerek, "Kızılelma, hakkın beni göndereceği yerdir," der. | - |
57 | Büyücü | 6 Aralık 1917 | Yeni Mecmua | Selahaddin Eyyubi Kudüs'ü aldıktan sonra fetihlerine devam etmektedir. Alp Arslan'ın kumandanlarından birinin oğlu olan Doğan Bey, Şam'ın doğusundaki bir Türk mahallesinde medresede ilim tahsil etmiş, yüksek duvarlı bahçesinden dışarı çıkmamaktadır. Yirmi yıldır görmediği üç kardeşinden biri Kızıl Arslan'ın, biri Pehlivanoğlu Özbek'in, biri de Harzemşah Döğüş'ün ordusunda savaşmaktadır. Şam ahalisi, hiç dışarı çıkmayan ve ara sıra bahçesinden patlama sesleri gelen Doğan Bey'in büyücü olduğunu düşünür ve Selahaddin Eyyubi şehre geldiğinde, ondan Büyücü Doğan'ı def etmesini ister. Selahaddin konuyu Kaymakam Ferruh Şah'a sorar. Ferruh Şah, önceden de böyle şikayetler aldıklarını, ama yapılan araştırmada Doğan Bey'in kimseye zarar verdiğinin görülmediğini, ahalinin şikayetinin sebebinin gördükleri zarar değil bastıramadıkları merak duygusu olduğunu söyler. Selahaddin bunun üzerine Doğan Bey'in şehirden sürülmesini emreder. Doğan Bey sürgüne giderken halk evini yağmalar ve deney aletlerini parçalar. Yıllar sonra Haçlı ordusu Akka'yı kuşatır. Kuşatmada kullanılan seyyar kuleler, koruyucu maddeyle kaplandığı için ateş almamakta ve Akka'nın savunmasını zayıflatmaktadır. Bir gün seyyar kulelerden birinin alev aldığını gören Selahaddin, nedenini sorgular. Askerleri, bir ihtiyarın bulduğu yöntemle kuleleri ateşe verebildiklerini anlatır. Selahaddin, bu ihtiyarın Şam'dan sürdüğü Doğan Bey olduğunu görür. Ödül teklif eder, ama Doğan Bey kabul etmez ve Selahaddin'e dönerek, "Ecrimi ancak Allah'tan isterim. Yalnız beni bunların elinden kurtar!" der ve ahaliyi işaret eder. | - |
58 | Teke Tek | 13 Aralık 1917 | Yeni Mecmua | Osmanlı ordusu Yayçe kalesini kuşatmıştır. Kuşatmada görev alan ihtiyar bir subay, diğer askerlere Fatih Sultan Mehmet zamanında Yayçe kalesinin iki yıl boyunca Osmanlılarda kaldığını, kendi dedesi Sungur Alp'in kale kumandanı olduğunu, kendilerine adaletle davranılan ahalinin bir gün Türk yöneticileri Cuma namazındayken öldürdüğünü ve aradan geçen 70 yıl boyunca kalenin Hristiyanların yönetiminde kaldığını anlatır. İhtiyar subay, daha sonra Yayçe'yi geri almak için yapılan başarısız kuşatmalardan birine kendisinin de katıldığını, bu kuşatmada Cem adında bir yiğidin Yayçe kalesindeki en güçlü savaşçı olan Blas Şeri'yi teke tek dövüşe çağırdığını, silah ve zırh bakımında daha zayıf durumda olan Cem'in iki saat dayandıktan sonra mızrağının kırıldığını, Blas Şeri'nin Cem'in sol bacağını kılıcıyla kopardığını ve Cem'in de tedavi edilerek Anadolu'ya gönderildiğini anlatır. Öyküyü dinleyenlerden Kasım Voyvoda kalkar ve atsız, zırhsız, kılıçsız, kalkansız bir biçimde, yalnızca mızrağıyla kaleye yanaşır ve Blas Şeri'yi ister. Blas Şeri'nin kalede olmadığını öğrenen Kasım, ondan daha güçlü birini ister. Düşmanın en güçlü askeri Jan Hobordanski, atıyla, zırhıyla ve kılıcıyla kalenin önüne çıkar. Atını Kasım'un üstüne sürer, Kasım anlık bir manevrayla mızrağını Jan'ın göğsüne saplamayı başarır. Kasım, yaralanıp yere düşen Jan'ın göğsünü birkaç yumruklar ve arkadaşlarının yanına döner. Jan tedavi edilir ama bir daha savaşamaz; siyasetçi olur, İstanbul'a elçi olarak atanır. Bir gün Kanuni Sultan Süleyman'ın Macaristan'ın başına atadığı Yanoş Zapolya'ya suikast düzenlemek için Buda'ya girmeye çalıştığı sırada yakalanır, çuvala konup Tuna Nehri'ne atılır. | - |
59 | Topuz | 27 Aralık 1917 | Yeni Mecmua | Son Eflak tacını giyen papazı Tergoviç'te yenen Mehmet Bey, kendisini sancak beyi ilan etmiştir. Ancak Eflak halkı bu kararı tanımamış ve Zips'teki Zapolya ailesinden yardım istemiştir. Bunu gören Mehmet Bey de bu ittifaktan çekinerek Eflak halkına özerklik vermiştir. Türklerin yönetiminden kurtulan Eflak halkı kutlama yapmaktadır. Kutlama sırasında üç yüz atlıyla birlikte şehre gelen Türk elçisi, padişahtan hediyeler getirdiğini söyler. Üç yüz atlıyla hediye gönderen padişahın, kendisini Eflak prensiyle denk gördüğünü ilan ettiğine sevinen Eflaklılar, meydanda bulunan dört bin askerlerine de güvenerek heyeti kabul eder. Eflak askerleri, prensin huzuruna yalnızca elçinin ve üç yardımcısının çıkmasına izin verirler. Prense önce mektup veren elçi, ilk hediye olarak bir topuz sunar. Tahta yaklaştığında ani bir hareketle topuzu prensin başına indirir ve prensi oracıkta öldürür. Etraftakiler şaşkınlıkdan donakalmışken, elçi "İşte gördünüz ya... İstiklal sevdasına düşen asi cezasını buldu!" der. Elçi, üç yardımcısına meydanda toplanmış halka duyuru yapmalarını ve Eflak askerlerinin silah bırakmalarını istemelerini söyler. Elçi tahta oturur, korku içindeki voyvodalar elçinin elini öpüp itaat ederler. | - |
60 | Fon Sadriştayn'ın Karısı | 3 Ocak 1918 | Yeni Mecmua | Yazar vapurda seyahat ederken yanına bir Alman oturur. Başkasıyla konuşmasından adının Fon Sadriştayn olduğunu öğrendiği bu kişi, düzgün Türkçe konuşmaktadır. Vapur iskeleye yanaştığı sırada Fon Sadriştayn, yazara selam vererek okul arkadaşı olduklarını söyler. Yazar başta anlam veremez, ama Fon Sadriştayn, gerçek adının Sadrettin olduğunu ve okulda kendisine Serçe Pehlivan dediklerini söyleyerek başından geçenleri anlatır: Mezun olduktan sonra evlenmiş, fakat giderek zayıflayınca Almanya'daki bir arkadaşının yanında gitmiştir. Burada bira içmeye başlayınca iştahı açılmış ve zamanla sıskalıktan kurtulup yapılı bir adam hâline gelmiştir. Kendisindeki değişimi anlattığı Alman arkadaşı, kerametin Almanya'da değil, Alman kadınında olduğunu söylemiş ve Sadrettin'e karısını boşayıp bir Almanla evlenmesini tavsiye etmiştir. Sadrettin bunun üzerine bir Alman kız bulup İstanbul'a dönmüş, onun yokluğunda başka bir adama âşık olan karısını boşamış ve yeni Alman karısıyla yaşamaya başlamıştır. Düzenli, disiplinli, tutumlu ve çalışkan olan Alman kadın, kısa sürede Sadrettin'in hayatını düzene sokmuştur. Anlatılanları dinleyen yazar, Alman kadınları hakkında arkadaşının anlattıklarına hak verir. | - |
61 | Diyet | 10 Ocak 1918 | Yeni Mecmua | Beylerbeyi olan babası idam edilince 12 yaşında yetim kalan Ali, vezir olan amcasının konağına alınır. Kimseye minnet duymak istemeyen Ali konaktan kaçar, Anadolu'yu dolaşır ve Erzurum'da bir demircinin yanında çırak olur. Yıllar boyunca yalnızca işini yapar, mesleğinde ustalaşır ve halk ona Koca Ali adını verir. Uykusu gelmediği bir gece köprüde durup dereyi izlediği sırada, subaşının adamları olan dizdarlar Ali'yi görür ve eve gitmesini söylerler. Ertesi sabah Ali'nin kapısı çalınır. Kapıya dayanan dizdarbaşı, önceki gece Budak Bey'in mandırasında hırsızlık olduğunu ve Ali'nin dükkânını arayacaklarını söyler. Dükkânda yeni yüzülmüş bir koyun derisi, dükkânın önünde de mandıradan çalınan paraların konduğu kese bulunur, Ali bunları kimin koyduğunu bilmediğini söyler. Subaşının önüne çıkarılan Koca Ali suçlu bulunur ve sol kolunun kesilmesine karar verilir. Becerikli bir ustanın kolunun kesilmesine razı olmayan halk, zenginliğiyle bilinen Hacı Mehmet'e başvurur ve diyetini ödeyerek Ali'yi cezadan kurtarmasını ister. Hacı Mehmet de, sahibi olduğu kasap dükkânında ölene kadar kendisi için bedava çalışmayı kabul etmesi hâlinde, Koca Ali'nin diyetini ödemeyi kabul eder. Başta razı olmayan Koca Ali, Hacı Mehmet'in yaşlı olduğunu ve çok yaşamayacağını söyleyen halkın ısrarıyla ikna olur. Diyeti ödenen Ali, kasap dükkânında çalışmaya başlar. Fakat Hacı Mehmet, olur olmaz her işte çalıştırdığı Koca Ali'ye kötü davranmakta ve diyetini ödemeseydi Ali'nin çolak kalacağını sık sık hatırlatmaktadır. Kasapta çalışmaya başlamasının üzerinden bir hafta geçtikten sonra, bir Cuma günü, dükkân sahibinin kışkırtmalarına daha fazla dayanamayan Koca Ali, satırla sol kolunu keser, "Al bakalım, şu diyetini verdiğin şeyi!" diyerek kesik kolunu Hacı Mehmet'in önüne fırlatır. Sonra da kentten ayrılır. | - |
62 | Düşünme Zamanı | 17 Ocak 1918 | Yeni Mecmua | İstanbul semtlerinde korku saçan kabadayılar, II. Meşrutiyet'in ilanıyla birlikte hareket edemez olmuşlar ve herkes gibi iş yaparak para kazanmak zorunda kalmışlardır. Fakat kabadayılardan biri olan Badik Ahmet, bu dönemin geçici olduğunu düşünerek teslim olmamış, cezaevine girip çıkmış, yine de pes etmişti. Elindekileri de kumarda zamanla kaybeden Badik Ahmet, bir gün eski kabadayılardan Ödlek Murat'a rastlar, düşünüp taşındıktan sonra hareket ettiği için hiç yakalanmayan, bu nedenle "ödlek" lakabı verilen Murat, Meşrutiyet ilan edildikten sonra Sivas'a sürülmüş, sonra askere alınmış, kasık çıkığı nedeniyle terhis edildikten sonra zengin bir beyin ahırında seyis olarak çalışmaya başlamıştır. Fakat bir gün beyin elindeki gazeteden ürken atı sakinleştirmeye çalışırken atın ayağına bastığı için işten kovulmuştur. Ahmet'e rastladığında üç gündür aç gezmekte olan Murat'ın düştüğü hâli değil de açlığını nasıl gidereceğini düşündüğünü görüp ona acıyan Ahmet, arkadaşını bir lokantaya götürüp ziyafet çektirir. Hesabı nasıl ödeyeceklerini soran Murat'a, "Şimdi düşün işte, ne yapacağız?" der. İki arkadaş gülmeye başlar. | - |
63 | Muhteri | 24 Ocak 1918 | Yeni Mecmua | Göztepe'de annesinden kalan arsaya ev yaptırmak için yedi yıldır para biriktiren yazar, çok para harcamamak kaydıyla Avrupa'yı gezmeye karar verir. Fakat ilk günlerinde gördüklerinin etkisiyle çok para harcar. Bir gün trende rastladığı, Bacanak Bey el-Rıza adındaki, zengin bir Mısırlının da etkisiyle parasını daha çok israf eder. Zengin olup sefahat içinde yaşama hayalleri kurmaya başlayan yazar Monako'daki bir otelde başka Türklerle tanışır, çok geçmeden Amerikalı bir milyoner bu Türk grubunu masasına davet eder. Kendisi de Türk olan milyoner, hemşehrilerinin görünce alaturka eğlence düzenlemeye karar verir. Bir tiyatroda bütün salon Türk grubu için kapatılır, aktörler ve aktrisler Türk grubuna eğlencede eşlik ederler. Gece yarısından sonra iyice sarhoş olan milyoner, yaşam öyküsünü anlatmaya başlar: Kayseri'de doğmuş ve liseden sonra cebinde beş para olmadan Amerika'ya göçmüş, uşaklık yapmaya başlamıştır. Çalıştığı evde temizlik sırasında değerli halıların duvara çakılarak temizlendiğini, bu sırada halıların kenarlarının yıprandığı görmüş, bu temizliğin duvara monte edilecek bir çıtçıtla yapılara halının zarar görmesini önleyecek bir yöntem tasarlamış, patentini almış ve kısa sürede zengin olmuştur. Ertesi gün apar topar İstanbul'a dönen yazar, yaptığı israf nedeniyle zor günler geçirir ve basit bir buluşla zengin olan milyoneri hatırlayarak kendi hâline üzülür. | - |
64 | Fon Sadriştayn'ın Oğlu | 31 Ocak 1918 | Yeni Mecmua | "Fon Sadriştayn'ın Karısı" öyküsünün geçtiği zaman diliminden 25 yıl sonra, Fon Sadriştayn ve karısı Lida, İstanbul'da yaşantılarına devam etmektedir. Aradan geçen sürede Hasip adında bir oğulları olmuş, fakat bu çocuk büyüyünce, anne ve babasının yıllar boyunca biriktirdiği parayı kasadan çalarak Amerika'ya kaçmıştır. Bunun yarattığı şokla saçları ağaran Lida ve Fon Sadriştayn, oğullarının adını ağızlarına almamaya karar vermişlerdir. Bir gün, Şair Orhan Bey'in doğumunun yıl dönümü için düzenlenen bayram hazırlıklarını izlemek için dışarı çıkmak isteyen Fon Sadriştayn, karısını kendisiyle gelmeye ikna edemez. Bunun üzerine, 28 yıllık evliliklerinde karısıyla arasında "ummanların, karlı şahikaların ayırdığı geçilmez bir hudut" olduğunu fark ederek üzülür. Sokaktan geçen gazete satıcısı çocuğa seslenerek her gazeteden birer nüsha alır; bütün gazeteler, 27 yaşındaki Şair Orhan Bey'den övgüyle söz etmektedir. Fon Sadriştayn, kendi oğlu Hasip'in bencil, tembel ve karaktersiz olmasına hayıflanır ve babası Çanakkale'de şehit olan Orhan Bey'i yetiştiren annenin nasıl biri olduğunu merak eder. Aynı gün akşama doğru gezmeye çıkar, bir telefon merkezinden Orhan Bey'in evine telefon eder ve annesiyle görüşmek ister. Kabul edilmesi üzere Çamlıca'daki köşke gider; Orhan Bey'in annesini gördüğünde, onun yıllar önce Lida'yla evlenebilmek için boşadığı Türk karısı olduğunu görüp hayrete düşer. Kadın oldukça olgun biçimde Sadrettin'e sitem eder ve boşanmadan önce kendisine iftira atmasına çok kırıldığını anlatır. Fon Sadriştayn neye uğradığını şaşırmış biçimde kekeleyerek özür diler ve kendini evin dışına güçlükle atar. Evine döner ve koltuğuna çöker, yaşlı gözlerle pencereden Çamlıca Tepesi'ne bakar. | Aynı yılın başında yayımlanan "Fon Sadriştayn'ın Karısı" adlı öykünün devamıdır. |
65 | Cesaret | 8 Şubat 1918 | Yeni Mecmua | Berberde sıra bekleyen yazar, sıkıntısını gidermek için kasadaki kız çocuğunun yaşlanmış hâlini, yaşlı bir müşterinin gençleşmiş hâlini hayal ederek vakit geçirmektedir. O sırada dükkâna görünüşü korku veren, iri, heybetli bir müşteri girer, sıra beklemeden kendisine gösterilen yere oturur. Bir süre sonra bu iri müşteri haykırarak yerinden zıplar ve yere çömelir. Yazar önce bu kişinin usturayla yaralandığını zanneder, sonra bitten korktuğunu düşünür, sonunda arananın at sineği olduğunu anlar. Sinek öldürülünce titremesi yavaş yavaş azalan heybetli adam, at sineği ve hamam böceğinden çok korktuğunu söyler. Yazar, en cesur ruhların bile mücadele edilemez bir düşman karşısında cesaretlerini kaybedebildiklerini görür. | - |
66 | Külah | 24 Şubat 1918 | Vakit | Bulgaristan'da doğan Mıstık, büyüyünce sınırın Türk tarafına geçmiş ve evini oraya taşımıştır. Sınırda yapılan değişiklikle yerleştiği yer de Bulgar kontrolüne geçmiş, birkaç yıl sonra da Balkan Savaşı çıkınca annesiyle İstanbul'a kaçmış, çok geçmeden de methini duyduğu Dimetoka'daki bir köye yerleşmiştir. Bu sefer de Birinci Dünya Savaşı çıkınca köyü yine Bulgar kontrolüne geçer. Bu esnada annesi ölmüş olduğu için Mıstık daha ilerlemeye gitmeye karar verir ve Anadolu'ya geçerek hayvan alım satımı yapmaya başlar. Pazarda kendisine rakip olarak gördüğü Molla lakaplı adama bir gün yaklaşır ve sohbet etmeye başlarlar. Mıstık, küçükken hastalığı nedeniyle hafızlık çalışmalarını bıraktığı, babasının da 27 defa hacca gittiğini anlatır. Kayserili olduğunu öğrendiği Molla'ya ortaklık teklifini kabul ettiren Mıstık, yeni ortağını dolandırma, ona "külah giydirme" niyetindedir. Birkaç gün beraber hayvan sattıktan sonra Molla bir gece Mıstık'ın kapısını çalar. Valinin çocuğu için beyaz eşek istendiğini, bulurlarsa 80 liraya satabileceklerini, ama kendisinin yarın bir iş için bir köye gideceğini, Mıstık pazarda beyaz eşek bulursa almasını, bunun için de Hacı Hüseyin'e başvurabileceğini söyler. Molla'nın ağzından rakı kokusu geldiğini duyan Mıstık şaka yapar, Molla ise dişi ağrıdığı için ağzını rakıyla çalkaladığını, hayatında hiç içki içmemiş olduğunu söyler. Mıstık inanmaz, ama bir şey demez. Ertesi gün Hacı Hüseyin'e giden Mıstık, beyaz eşek aradığını söyler. Ömründe beyaz eşek görmediğini ama arada bir kendisine uğrayıp sormasını söyleyen Hacı Hüseyin, aynı akşam tekrar gelen Mıstık'a, yokluğunda bir Arap'ın geldiğini, Arap'ın yıllarca Anadolu'da kaldığı için Arapçayı unuttuğunu, parasız kaldığı için satılığa çıkardığı beyaz eşeği bu Arap'tan aldığını, isterse Mıstık'a satabileceğini söyler. Mıstık sabah tekrar gelip eşeği alacağını söyler. Kârını Molla ile paylaşmak istemeyen, Hacı Hüseyin'e de para vermek istemeyen Mıstık, önce hancıya "üç-beş gün gelmeyeceğini" söyleyerek gizlice başka bir hana geçer. Sonra da külah planını yapar: Gece vakti Hacı Hüseyin'in evinden eşeği çalacak, derenin kenarına götürüp boyayacak, bir süre sonra valiye götürüp eşeği sıcak suyla yıkayacak ve bütün parayı cebe indirecektir. Ertesi gün pazardan iki okka kına alan Mıstık, Molla'ya yakalanmamak için kasabadan çıkıp derenin kenarında bekler. Gece olunca Hacı Hüseyin'in evine gider, eşeğin ipini çözer, ama ahırdan çıkmaya hazırlanırken boynuna dolanan iple yakalanır. Bir gün öncesinde bir yabancının kendisinden yüksek fiyatla beyaz eşek istemesi, sonra Arapça bilmeyen bir Arap'ın beyaz eşek satmaya gelmesi, ilk alıcının sabah geleceğini söyleyip ortadan kaybolması gibi olaylardan şüphelenen Hacı Hüseyin ahıra saklanmış, aynı gece hırsızı yakalamıştır. Ev halkı yardıma gelir, Mıstık'ı bağlayıp döverler. Hacı Hüseyin ertesi gün Mıstık'ı hükûmet konağına götürür, yağan yağmurda eşeğin üzerindeki beyaz boya akar. Mıstık, Arap'ın aslında Molla olduğunu ve hem kendisinin kandırarak hapse attırdığını, hem de Hacı Hüseyin'in altınlarını cebe indirdiğini anlar. | - |
67 | Hatiften Bir Seda... | 7 Mart 1918 | Yeni Mecmua | Yirmi yıl önce hacdan döndükten sonra Fatih'teki evinden dışarı çıkmayan Hacı İmadeddin Efendi çok az yemek yiyerek ve vaktini ibadetle geçirerek münzevi hayatı yaşamakta, evi karısı Naciye Hanım idare etmekte ve toplanan gelirlerin bir kısmını fakirlere dağıtmaktadır. Kendisi uzun süredir görünmeyen ama yaşama biçimi ve yaptığı yardımlarla evliya gibi görülen Hacı İmadeddin Efendi'nin Tahsin oğlu ise kumarbaz ve çapkındır. Sekiz yaşındayken bir kızın yanağını ısırınca babası tarafından reddedilerek evden kovulan Tahsin, Samatya civarında kabadayılık yapmakta, arada bir de mahalleye dönüp babasının ölüp ölmediğini kontrol etmektedir. Bir gün İmadeddin Efendi karısını çağırır, artık altmış üç yaşına geldiğini, yakında öleceğini, dolayısıyla bahçede bir mezar kazdırmasını, kendisinin bundan sonra orada ibadet edeceğini, günlük yemeğinin oraya getirilmesini istediğini söyler. Naciye Hanım bu isteğe anlam veremez ama kabul eder. Aynı gece karanlıkta yanlışlıkla babasının evine gelen Tahsin, yorgunluktan evin kapısının önünde oturur. Babasının zikir mırıltılarını duyunca "Uç mübarek, uç!" der ve tekrar eder. Sesin nereden geldiğini anlamayan ve Allah'ın kendisini çağırdığını zanneden İmadeddin Efendi pencereden atlar. Önüne düşen şeyi, annesinin kendisine attığı şilte zanneden Tahsin uyuyakalır. Sabah namazına gidenler, ölü babasının üstünde uyurken buldukları Tahsin'i yakalayıp nezarethaneye götürürler, ancak araştırmada Tahsin'in bir şey yapmadığı ve İmadeddin Efendi'nin kendini pencereden attığı anlaşılır. Tahsin kendisine kalan büyük mirası Beyoğlu'nda eğlencede harcarken, ahali İmadeddin Efendi'nin dinsiz olduğu için intihar ettiğini düşünür, cenaze namazını kılmaz ve arkasından lanet okur. | - |
68 | Müjde | 21 Mart 1918 | Yeni Mecmua | Çanakkale Savaşı sırasında cepheyi ziyaret eden şair heyetinde bulunan yazar, arkadaşlarıyla yürürken havada dumandan "fethün karib" yazısı oluştuğunu görür. Kur'an'ın Saff Suresi'nde bulunan bir ayette geçen bu Arapça ifade, "fetih yakındır" anlamına gelmektedir. Yazar ve arkadaşları, gördüklerini askerlere ve kumandanlara heyecanla anlatırlar. | - |
69 | Terakki | 28 Mart 1918 | Yeni Mecmua | Sıcak bir yaz günü evin odasında sigara için sohbet eden Niyazi ve Neşet, son on yılda teknolojide yaşanan gelişmeleri düşünüp, yaşanan hızlı ilerlemelere şaşırırlar. Bu esnada sokaktan bir ses, toplumun ve insanlığın kötüye gittiğine dair, kötümser ve kaderci sözler söylemeye başlar. Biraz dinledikten sonra pencereden bakan iki arkadaş, bu sözleri üstü başı perişan bir dilencinin söylediğini görürler ve sekiz-on yıl önce hiçbir dilencinin böyle belagate sahip olamayacağını söyleyip, bu gelişmeye hayret ederler. | - |
70 | Velinimet | 3 Nisan 1918 | Vakit | Okuldaki matematik öğretmeni Hasan ile arkadaş olan yazar, mezuniyetinden 15 yıl sonra Hasan ile İstanbul'da gezmektedir. İki arkadaşa yanaşan otomobilden çıkan ve görüntüsünden zengin olduğu anlaşılan bir adam, velinimeti olduğunu söylediği Hasan'a selam verir ve teşekkür eder. Adam ayrıldıktan sonra yazarın sorusu üzerine Hasan, adı Ahmet olan bu adamın Selanik'teyken kendisinin uşağı olduğunu, Balkan Savaşı'ndan yıllar sonra İstanbul'da karşılaştıklarını, kendisinden para dilenen Ahmet'e para vermek yerine onu bir tanıdığına yönlendirerek çalışmasını sağladığını, Ahmet'in de böylelikle başkasından para istemeyi bırakıp çalışmayı öğrendiğini anlatır. | Öyküdeki Logaritmacı Hasan karakteri, Bir Hatıra adlı öyküde de yer almaktadır. |
71 | Dama Taşları | 11 Nisan 1918 | Yeni Mecmua | Ali Dânâ Efendi, Edirnekapı semtinde yıkık bir evde oturmakta ve pek dışarıya çıkmamaktadır. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın kethüdalarından Mahmut Ağa'nın soyundan geldiğini ve yaşadığı evi de Mahmut Ağa'nın yaptırdığını iddia eden Ali Dânâ Efendi, vaktini dama oynayarak geçirmeyi çok sever. Bakımsızlıktan ormana dönen bahçedeki yosun tutmuş havuzda bir gün büyük bir kurbağa gören Ali Dânâ Efendi, eski dostlarından Cabi Efendi'yi hatırlar ve gözleri dolar. Geçen yıl delirip tımarhaneye kapatılan arkadaşıyla son bir kez dama oynamak ister. Hemen kalkıp Üsküdar'daki tımarhaneye gider, ama doktor, çok tehlikeli bir hasta olarak tarif ettiği Cabi Efendi'yi görmesine izin vermez. Doktoru ikna edemeyince ağlamaya başlayıp tımarhaneye kapatılmayı isteyen Ali Dânâ Efendi, arkadaşıyla hücresinde görüşmeyi başarır. İki arkadaş hasret giderir; Ali Dânâ Efendi yanında dama kutusu getirdiğini ama doktorun içeri sokmasına izin vermediğini söyleyince Cabi Efendi, bu anı dün gece rüyasında gördüğünü, kendisinde dama taşları olduğunu ve görüşme bitmeden hemen oynamak istediğini söyler. Ama bir şartı vardır: Taş kaybeden, kaybettiği taşı yutacaktır. Ali Dânâ Efendi bu isteğe anlam veremez ama kabul eder. Kaybettiği taşları, yandaki testide bulunan suyla birlikte yutar. Çok geçmeden arkadaşının kurallara uymadan taşları rastgele hareket ettirdiğini ve taşları ona yutturmaya çalıştığını fark eder. Gardiyan geri gelince Cabi Efendi köşeye kaçar, karnı ağrıyan Ali Dânâ Efendi ise imdat ister, bağırarak kendini dışarı atar. Başına gelen doktora bütün dama taşlarını yuttuğunu, ağrıdan öleceğini söyler. Doktor adamın karnını yoklar ama bir sertlik hissetmez, sonra da delinin hücresine dama taşlarının nasıl girdiğinin araştırılmasını ister. Gardiyanlar beş dakika sonra dönerler ve Cabi Efendi'nin taşları dışkısını güneşte kurutarak yaptığını söylerler. | Öykünün devamı, bir ay sonra Makul Bir Dönüş adıyla yayımlanmıştır. |
72 | Ayın Takdiri! | 18 Nisan 1918 | Yeni Mecmua | Ağaçlı bir yolda yürüyen kızı takip eden yazar, kızı durdurur, öper ve kendisini sevmesini ister. Ağlamaya başlayan kız, yazara bakınca "Oh yarabbi! Fakat ne kadar çirkinsin!" der. | - |
73 | Yalnız Efe | 25 Nisan 1918 | Yeni Mecmua | Yazar, Kumdere köyünün en ünlü nişancılarından biri olan kılavuzuyla birlikte ayı avına çıkmıştır. Epey yürüdükten sonra gördüğü tek çam ağacının altında dinlenip tütün içmek ister, ama kılavuzu, bulundukları yerin "Yalnız Efe'nin sır olduğu yer" olduğunu anlatarak orada tütün içilmeyeceğini söyler. Yazar merak eder, kılavuz da Yalnız Efe'nin hikâyesini anlatmaya başlar: Elli yıl kadar önce, Eseoğlu'nun çiftliğindeki yabancı bir korucudan alacağını isteyen yörük öldürülür. Onunla birlikte yaşayan on altı yaşındaki kızı, babasının katilinin tutuklanmasını ister ama yetkililer aldırmazlar, ısrar edince de mülazımlardan biri kızı döver. Kız ortadan kaybolur, herkes onun İzmir'deki bir eve evlatlık gittiğini düşünür. Bir gün mülazım, Eseoğlu'nun verdiği ziyafete gittiği sırada başından vurularak öldürülür. Bir hafta geçmeden bu defa yörüğü öldüren korucu da öldürülür, sonra ilk cinayeti örtbas eden Eseoğlu da yatağında boğazlanır. Sonrasında bölgede ahali içinde silahla gezen bütün yabancı korucular birer birer vurulur ve bölgeyi terk ederler. Zalim zaptiyeler, köylüyü soyan memurlar ve rençberleri dolandıran madrabazlar da öldürülür. Bu adamları öldüren efe, yanında uşak bulundurmadığı için "Yalnız Efe" olarak adlandırılır. On beş yıl boyunca faal olan Yalnız Efe, dağda kendisiyle konuşmaya gelen erkeklere gözlerini yumdurur, gözünü açanı vurur, açmayanın derdini dinleyip derman olur. Yalnızca kadınlarla konuşur ve zenginlere kadınlarla haber gönderip öksüzleri evlendirmelerini, köprü ve okul yaptırmalarını ister. Bir gün Söke taraflarında türeyen Rum eşkıyasını ele geçirmek için kurulan nizamiye taburu Rum eşkıyayı bulamaz, Yalnız Efe'nin adını işitince onun peşine düşer ve dağda etrafını sarar. Yalnız Efe askerlere ateş etmek istemediğini söyler, ama üzerine ateş açılınca askerlerden birkaçını yaralar. Ateş kesilince ölüyü arayan askerler, ateşin geldiği yerde Yalnız Efe'nin tüfeği, seccadesi ve namaz bezinden başka bir şey bulamazlar. Bir daha kimse Yalnız Efe'yi görmez. Yörükler, Yalnız Efe'nin sır olduğu yere her gece nur indiğini söylerler. | Ömer Seyfettin daha sonra bu öyküyü roman olarak yazmaya başlamış ama bitirememiştir. Genişletilmiş bu versiyon 19 Haziran 1919 tarihinde yayımlanmıştır. |
74 | Nadan | 11 Mayıs 1918 | Vakit | Yeniçerilerin çıkardığı isyanı bastıramayan padişah, Köse Vezir'den sorunu çözmesini ister. Fakat dünya işlerinden elini çekmiş ve kalan ömrünü ibadetle geçirmeye karar vermiş olan Köse Vezir, padişahın isteğini geri çevirir ve saraydaki bir odaya hapsedilir. Ölümden korkmayan bu adamın hizmtinden faydalanmak isteyen padişah onu ikna etmenin yöntemini uzun süre düşünür, otuz yıl önce ölen lalasının tavsiyesini hatırlar: "Nadanla sohbet etmek âkile cehennem ateşinden beterdir." Bunun üzerine padişah, Köse Vezir'in hapsedildiği odaya bir de Eşek Hasan adından cahil bir adam yerleştirir ve cahilden sıkılan Köse Vezir'in, görevi kabul edeceğini düşünür. Eşek Hasan odada çeşitli gürültüler yapar ve saçma davranışlarda bulunur, ama Köse Vezir oralı bile olmaz, sessizce bekler. Böyle bir ay geçtikten sonra Eşek Hasan da bıkar ve sessizce oturmaya başlar. Köse Vezir, bir gün ağlamaya başlayan Eşek Hasan'a acır ve neden ağladığını sorar. Eşek Hasan da, Köse Vezir'in sakalını görünce köydeki koçunu hatırladığını söyler. Köse Vezir nöbetçiyi çağırır ve padişahın vereceği görevi kabul ettiğini bildirir. Yeniçeri isyanı bastırılır ve devlet işleri düzene konur. Bir yıl sonra padişah, Köse Vezir'in yeminini bozup görevi kabul etmesine neden olan şeyi sorar. Vezir de, kendisi yüzünden suçsuz bir köylünün hapsedilmesine dayanamadığı için yeminini bozduğunu söyler. | - |
75 | Makul Bir Dönüş | 24 Mayıs 1918 | Vakit | Dört yıldır tımarhanede yatan Cabi Efendi'nin aklı birden yerine gelmiş ve serbest kalmayı beklemektedir. En son gazeteyi okuduktan sonra dama kutusunu yerde görünce sinirlenip bağırdığını hatırlayan Cabi Efendi, aradan geçen dört yılda ne yaşadığını hatırlamamaktadır. Tımarhaneden çıkarken doktora saatini rehin bırakarak borç para alır. Ama aradan geçen sürede enflasyon nedeniyle fiyatlar ve banknot değeri yükseldiği için parayı görünce şaşırır. Pazara gider, sözü geçen fiyatlara inanamaz ve herkesin kendisiyle alay ettiğini sanır. Kahvehanede Cihan Harbi'nden bahsedildiğini duyar, aldığı gazetedeki savaş haberlerine inanamaz. Delirdiğini düşünür ve tımarhaneye geri döner. | Bir ay öncesinde yayımlanan Dama Taşları adlı öykünün devamıdır. 6 Şubat 1919'da Acaba Ne İdi? başlığıyla devamı yayımlanmıştır. |
76 | Bir Hatıra | 7 Haziran 1918 | Vakit | Yazar gençliğini II. Abdülhamit döneminde İzmir'de geçirmiştir. Bu dönemde felsefeyle ilgilendiği sırada, yabancı bir düşünürün "Rütbe, haysiyeti düşürür," sözünden etkilenir ve 105 gün boyunca bu sözün anlamını düşünür. Bir gün matematik öğretmeni Logaritmacı Hasan ile sohbet ederken bu konuyu açar. Hasan bu sözün, hak edilmeyen mevkinin insanı bozduğu anlamına geldiğini söyler ve yoldan geçmekte olan bir adamı gösterir. Adam kendi hâlinde bir köylüyken, birkaç yıl önce tarlasında maden çıkmış, bir anda zengin olmuş, çiftçiliği bırakıp şehre gelmiş, verdiği rüşvetlerle de unvan alarak Memiş Ağa yerine Memiş Paşa olarak anılmaya başlamıştır. | • Öykünün adı bazı kaynaklarda Rütbe olarak geçmektedir. • Öyküdeki Logaritmacı Hasan karakteri, Velinimet adlı öyküde de yer almaktadır. |
77 | Harem | 29 Ağustos 1918 | Kadın Mecmuası | Üç yıllık evli olan Sermet ve Nazan, mutluluklarıyla örnek gösterilen bir çifttir. Ancak bir gün birbirlerini sevgilileriyle yakalamış ve aniden ayrılmışlardır. Yine de ayrılığın üstesinden gelememiş ve yüzleşmeye karar vermişlerdir. Epey tartıştıktan sonra, masum olduklarını birbirlerine kanıtlamak için günlüklerini okumaya karar verirler. Karşılıklı okunan günlüklerde şu hikâye ortaya çıkar: Nazan sosyalleşmeyi ve davet vermeyi seven, batılı adetleri hoş karşılayan biridir. Sermet ise gelişimden yana olmasına rağmen batılı adetleri taklit etmeyi maymunluk olarak görmektedir. Evdeki davetlerden birinde karısını Refi adında bir adamla sohbet ederken gören Sermet kıskançlık hisseder, bağırarak karısını çağırır, tatsızlığı anlayan misafirler ayrılırlar. Nazan ve Sermet, bundan sonra davetlerini yalnızca kendi hemcinslerine vermekte anlaşırlar. Misafirler başta bu kararı hoş karşılasalar da iki hafta sonra hiçbir misafir davetlere katılmaz. Nazan bir gün yolda Refi'yi görür. Davetlerin Sermet'in kıskançlığından iptal edildiğinden kuşkulanan Refi'yi ikna edemeyen Nazan, bir oyun oynamaya karar verir ve erkek misafirlerini evine kadın kılığında aldığını söyleyerek Refi'yi evine çağırır. Gerçekte ise aynı gün Refi'nin karısı Meliha'yı da çağıracak ve Refi'nin düştüğü durumu göstererek onu karısı önünde utandıracaktır. Nazan'la yalnız kalacağını düşünen Refi, teklifi heyecanla kabul eder. Nazan'ın terzisine giderek Refi'ye kadın kıyafeti diktirirler. Bu esnada Meliha, kocasından şüphelendiği için bir Rum kızını kocasının peşine takmış, Refi'nin Nazan'la yaptığı planı öğrenmiş, Sermet'e mektup yazarak acilen görüşmeyi talep etmiştir. Sermet'in evine erkek kılığında gelen Meliha, öğrendiklerini Sermet'e anlatır ve Nazan ile Refi arasında ilişki olduğunu söyler ve Refi'nin o sabah bıyıklarını tıraş edip evden çıktığını anlatır. Sermet karısının yanına gider, odada bir yabancıyla konuştuğunu duyar ve içeri dalar. Sermet, Refi'yi dövüp dışarı atar. Bu sırada odadan kaçan Nazan, Sermet'in odasındaki silahı saklamaya gittiği sırada odadan Meliha'nın çıktğını görür ve iki kadın kavga etmeye başlar. Meliha, Nazan'ı dövdükten sonra evden çıkar. Sermet, Nazan'ı kovar. Ayrıldıktan bir hafta sonra günlüklerini okuyarak birbirlerinin suçsuz olduğunu anlayan karı koca barışırlar ve yemek yemek için Refi ile Meliha'nın evine gitmeye karar verirler. | - |
78 | Nakarat | 3 Ekim 1918 | Yeni Mecmua | Balkanlarda görevli bir Osmanlı subayının 1903 Kasım ayında başlayan anı defterindeki notlardan oluşan öyküde yazar, askerliğin günlük rutiniyle uğraşırken, bir yandan da İstanbul'daki yaşamını hatırlamaktadır. Bir gün köyde mavi gözlü, kumral bir Bulgar kızı görür. Çok geçmeden aşık olduğu bu kıza ilişkin şairane hayaller kurmakta, fakat ceza almaktan korktuğu için kıza yanaşamamaktadır. Kızın kendisini görünce söylediği "Naş, naş, Çarigrad naş!" sözlerinin bir aşk ilanı olduğunu düşündükce duyguları derinleşir. Bir ayın sonunda başka bir bölgede görevlendirilir, ayrılacağı gün kıza hediye olarak bir şişe kolonya götürür. Kız evde olmadığı için yakındaki bir çocuğa emanet eder, bu sırada kızın adının Rada olduğunu öğrenir. Yola çıkmadan önce civardaki çorbacıyla konuşur, kızın papaz olan babasının komitacı olup geçen yıl vurulduğunu, kızın sürekli kendisine söylediği sözün ise "Bizimdir, İstanbul bizimdir!" anlamına geldiğini öğrenir ve üzülür. Yeni görev yerine vardığında ateşlenir ve bir hafta boyunca yataktan çıkamaz. Bu esnada yaptığı saflığı düşünür ve utanır. | - |
79 | Tuhaf Bir Zulüm | 26 Ekim 1918 | Yeni Mecmua | Yazar, Bulgaristan'da sosyalist arkadaşı Koştanof'la gezmektedir. Bir pazar akşamı meyhanede içtikten sonra Koştanof, yazarı bir diplomatla tanıştırmak ister. Kepazef, gençliğinde İstanbul'da okumuş, Türkçe bilen, özgün bir kişidir. Yazar ve arkadaşını karşılar, başta sosyalist zannettiği yazarın milliyetçi olduğunu duyunca inanmaz, çünkü ona göre bağnazlıktan başkta bir şey bilmeyen Türklerin herhangi bir fikre bağlılığı yoktur. Türklerin bağnazlığından kendisinin de yararlandığını söyleyen Kepazef, yazarın merakı üzerine hikâyesini anlatmaya başlar: Bulgaristan bağımsız olmadan önce, Kepazef İstanbul'da olduğu sırada diğer Bulgarlarla birlikte komitacılık yapmaktadır. Bulgaristan'da Türklerin sayısının Bulgarlardan daha fazla olduğunu bilen grup, Türkleri öldürerek nüfus dengesini kendi lehlerine çevirmeyi tasarlamaktadır. Türklerle bir arada büyüyen Kepazef ise katliama gerek olmadığını, kısa süre içinde bölgedeki Türklerin hepsini Anadolu'ya göç etmeye ikna edebileceğini söyler. Kepazef, Deliorman'a kaymakam olur. Bölgede bir tane bile Bulgar yoktur. Kimseye zararı dokunmayan, hatta kendilerine düşman olanlara bile yardım eden Türklerin domuzdan nefret ettiğini bilen Kepazef, Makedonya'dan bir Bulgar ailesini Deliorman'a yerleştirir ve aileye domuzlarını aç bırakmasını ve kasabaya salmasını söyler. Domuzlar sokakta gezince Türkler şikayet eder, ama kaymakam eşitlik ilkesini gösterip domuzların da gezmeye hakkı olduğunu söyler. Domuzlar zamanla çoğalır, onların içtiği çeşmeyi kullanamayan, gezdiği çayırda güreşemeyen Türkler, yavaş yavaş göç etmeye başlar. Bu yöntemi beğenen Bulgar komitacılar, diğer yerleşim yerlerinde de aynı yöntemi uygular ve Türkleri göç ettirir. Kepazef'in anlattıklarını dinleyen yazar, o gece sıkıntıdan uyuyamaz. | - |
80 | Namus | 28 Kasım 1918 | Diken | Jandarma gece vakti bir çingeneyi gözaltına alarak arabaya bindirir. Arabada konuştukları çingene, hikâyesini anlatır: Derede yıkandıktan sonra çadırına dönen adam, ailesini ve akrabalarını gülüp eğlenirken bulur. Komşusunun köpeğinin kendi köpeğiyle çiftleştiğini, etraftakilerin de bu sahneyi seyrettiğini görür, "Sizin hiç utanmanız, arlanmanız yok mu?" diye bağırarak, eline geçirdiği baltayla dokuz insanı ve kendi köpeğini öldürür. Jandarmalar, "namus bre, namus" diye sayıklayan adamın anlattıklarına hayret eder, ama namus anlayışına da saygı duyarlar. Arabadan indiklerinde çingene idam edileceğini anlar. Jandarmalar adama son arzusunu sorarlar, o da komşusunun köpeğinin iğdiş edilmesini ister ve "Herkesin ırzı, namusu kurtulsun," der. | - |
81 | Bir Vasiyetname | 8 Aralık 1918 | Tercüman-ı Hakikat | 50 yaşındaki İmadettin, sefa içindeki bir hayattan sonra intihar etmeye karar vermiş ve vasiyetnamesinin yanında bir de yeğenine mektup yazmıştır. Parasını bıraktığı yeğeninin hayatını eğlenerek geçirmesini öğütleyen İmadettin, intihar edemeden uyuyakalır. Yazdığı mektubu gören karısı Jülide tarafından dövülerek uyandırılan İmadettin, karısı ve üç arkadaşıyla birlikte Monako'ya seyahat edeceklerini yazar. | - |
82 | Yemin | 12 Aralık 1918 | Şair | Yazar on beş, yirmi sene önceki bir anısını anlatmaktadır. Doğancılar'daki Hacı Hafız Sıdıka Molla'nın kızlarından Matlube'ye âşık olan yazar, sık sık bu evi ziyaret etmektedir. Fakat Hacıhanım çok dindardır, bu yüzden evde sürekli ibadet ve çeşitli dini işler yapılmaktadır. Bir gün Matlube'nin teyzesinin oğlu Sabri evin kapısına dayanır. Sabri'nin ne kadar tutucu olduğu bilen Hacıhanım, yazara saklanmasını söyler. Sabri, Matlube'nin sevgilisi olduğunu duymuş, hatta şimdi o evde olduğunu öğrenmiş, o adamı öldürmeye gelmiştir. Hacıhanım bunların doğru olmadığını, Matlube'nin yüzünü hiçbir erkeğin görmediğini söyler, yeminler eder, hatta duvardaki Kur'an'ı alarak onun üzerine yemin eder. Bu sözlere inanan Sabri, evden ayrılır. Yazar saklandığı yerden çıkar, ama yalan yere edilen yemin nedeniyle hayal kırıklığına uğramıştır. Hacıhanım duvardaki şeyin Kur'an olmadığını, kutunun içinde kuru incir olduğunu söylerler. Hep beraber incirleri yerler. Hacıhanım, Matlube'ye dönerek, "Haydi kızım, ağabeyini yatak odana götür. Korku damarlarına bas. Sabri budalasından biraz ürktü galiba..." der. | - |
83 | Tütün | 16 Aralık 1918 | Tercüman-ı Hakikat | Cabi Efendi, mutfaktan geçmek gerekeceği için bahçeye çıkamaz olmuştur. Çünkü mutfaktaki Sudanlı Arap aşçı Şulever Bacı'nın kendisinden tütün istemesinden çekinmektedir. Altmış yıldır evde yaşayan ve işinden başka bir şeyle ilgilenmeyen, çalışkan bir kadın olan Şulever Bacı'nın tek kusuru tütün bağımlılığıdır. Yakalandığı bir gün tütün almak için dışarı çıkmak zorunda kalan Cabi Efendi'nin gözü bahçedeki patlıcanlara takılır. Tütün yerine patlıcan yaprağı içilseydi insanların onun bağımlısı olup olmayacağını merak eder. Birkaç patlıcan yaprağı toplar, tütün gibi keser, sigara yaprağına sarıp içmeyi dener. Ama bir nefes çekmesi bile öksürükten boğulacak gibi olmasına yetmiştir. Kıydığı yaprakları tabakasına doldurur ve Şulever'e götürür. Bunun kendi tütünü olduğunu, çok pahalı olan bu tütünü yalnız padişahın içtiğini söyler. Şulever bu yeni "tütünü" çok beğenir, Cabi Efendi de ona daha fazla verir. Birkaç ay sonra Şulever rahatsızlanır, doktor eve gelir, muayene eder ve Şulever'in ertesi güne çıkmayacağını söyler. Şulever tütünsüzlükten öldüğünü, kendisine verilen normal tütünleri bahçeye attığını ve o günden beri hep "padişah tütünü" içtiğini söyler. Cabi Efendi, padişah tütünü sandığı şeyin patlıcan yaprağı olduğuna inandıramaz. Şulever son bir istek olarak o padişah tütününden isteyince herkes bahçeye dağılıp patlıcan arar, ama bulamaz, çünkü mevsimi değildir. | - |
84 | Ezelî Bir Roman | 22 Aralık 1918 | Tercüman-ı Hakikat | Ihlamur ağaçları altında dolaşan Adem Bey, uzaktan Havva Hanım’ın kendisine doğru geldiğini görür. İki genç kucaklaşırlar ve birbirlerini bulduklarına sevinirler. Yakındaki havuzun başında oturan cin ikisine bakıp güler, birbirlerini aldattıklarını ve yakında ayrılacaklarını söyler. Adem ve Havva, “Şimdi böyle can cana, fakat sonra yan yana, sonra sen bir yana o bir yana!” diyen cini ciddiye almaz, birbirlerine aşk yeminleri ederler. Aylar sonra Adem Bey rahatsızlanır, Havva Hanım onun yanına yatar. Bir süre sonra Adem Bey sıkılır ve ayrı ayrı yatmak istediğini söyler. Havva Hanım cinin söylediklerini hatırlar ve ağlar. Bu sırada Adem Bey çoktan uykuya dalmış, Havva Hanım’ın ağlamasını duymamıştır. | - |
85 | Türkçe Reçete | 30 Aralık 1918 | Zaman | Sabah kocasıyla kavga eden Belkıs, gece vakti fenalaşır. Çığlıklarına yetişen Rum hizmetçisi Eleni’ye doktor çağırmasını söyler. Çok geçmeden eve gelen Doktor Şerif Zeki, herkesin övdüğü bir kadın hastalıkları uzmanıdır; hatta Belkıs’ın uzaktan akrabasıdır ama önceden tanışmamışlardır. Arkasına yastık koyarak Belkıs’ı yatağında oturtan doktor Eleni’den kahve ister ve sigara yakar. Doktorla karşılıklı sigara ve kahve içen Belkıs, Avrupalı kadınların üzgün olduklarında manastırlara sığınabildiklerini, Türk kadınlarının böyle bir imkânı olmadığını söyler. Doktor ise bunun çözüm olmadığını, aslında Türk kadınlarının da sıkıldıklarında İsviçre’ye kaçtıklarını söyler ve buna ilişkin bir hikâye anlatır. Belkıs’ın keyfi yerine gelir, doktor kalkmak için izin ister. Çıkarken Belkıs’a reçete yazar, ama reçetenin Fransızca değil Türkçe olduğunu gören Belkıs şaşırır. Reçetede ilaç yerine günlük yaşam tavsiyeleri bulunmaktadır. Belkıs bunu görünce doktorun aslında doktoran çok duygulu bir kocaya benzediğini düşünerek memnun olur. | - |
86 | Kesik Bıyık | Aralık 1918 | Diken | Yazar, insanların maymundan türediğini söyleyen Darwin’in sözüne inanmak gerektiğini, çünkü insanların birbirlerini maymun gibi taklit ettiğini söyler. Kendisi de her modayı takip etmiş, bu uğurda pala bıyıklarını Amerikanvari biçimde kesmiştir. Eve gittiğinde annesi onu Farmason olmakla suçlar, babası ise evden kovar. Utanç içinde, Topkapı'daki arkadaşının yanına gitmeye karar verir. Tramvayda yanına oturan hocaefendinin kendisini dinsiz saymasından korkar, ama hocaefendi bıyık kesmenin sünnet olduğunu söyleyip yazarı takdir eder. | - |
87 | Ashab-ı Kehfimiz | 1918 | Kanaat Kitaphanesi | Öykü, "Bir Ermeni Gencinin Hatıraları" altbaşlığıyla, üç bölüm hâlinde yazılmıştır. Birinci Bölüm - Yeni Bir Dernek (30 Ağustos 1908 - 11 Mayıs 1910): Bağımsız Ermenistan hayaliyle yaşamış olan Dikran Hayikyan, II. Meşrutiyet'in ilanından sonra yaşanan hürriyet ortamında Osmanlıcı fikirleri benimsemiştir. Milliyetçi azınlıklara da, şeriat isteyip ayaklanan Türklere de anlam veremez. Bir gün Niyazi Bey adında bir Türkle tanışır. Niyazi Bey de Türkçülüğe karşı Osmanlıcı fikirleri savunmaktadır. Fikirleriyle Hayikyan'ı etkileyen Niyazi Bey, iki ay sonra Osmanlı Kaynaşma Kulübü adında bir dernek kurar. Hayikyan'ın da üye olduğu bu dernekte diğer milletlerden üyeler derneği umursamamakta, dernekte yalnızca Türk üyeler etkinlik göstermektedir. Hayikyan ertesi yıl Fransa'ya gider. İkinci Bölüm - İlk Teşebbüs (23 Nisan 1912 - 15 Nisan 1913): Fransa'da iki yıl kaldıktan sonra İstanbul'a dönen Hayikyan, Osmanlı Kaynaşma Kulübü'nü ziyaret eder. İki yılda yirmi kez toplanabilen ve hiçbir sonuç alamayan dernekte dil tartışması çözülememiş; kaynaşmış bir Osmanlı'da resmî dilin Esperanto veya Latince olmasını Türkler kabul ederken diğer üyeler kendi dillerini bırakmaya yanaşmamışlar, Türkler dışındaki üyeler de zamanla derneğe gelmeyi bırakmışlardır. Fransa'da geçirdiği sürede Osmanlıcı fikirlerden uzaklaşan Hayikyan, bir gazetede Türklük fikrini savunan Türklerin ortaya çıktığını görünce, bunun Rumların ve Ermenilerin ideallerine aykırı olduğunu düşünür ve Türklerin bir felakete uğrayarak uyanmalarından korkar. Çok geçmeden Balkan Savaşları başlar. İstanbul'daki Hristiyanlar savaşı Türklerin kaybetmesi için dua etmekte, cepheden gelen haberlerle kutlama yapmakta ve İstanbul'un Türk yönetiminden çıkacağını günü beklemektedir. Bu sırada Osmanlı Kaynaşma Kulübü'nde toplanmaya devam eden Türkler, diğer milletlerden üyelerin toplantılara gelmeyi bıraktığını fark etmemiş, hatta savaşa giden askerlerin sokaktaki geçişini bile görmemiş; yakında başarıya ulaşacakları zannıyla sonuçsuz sohbetler etmektedir. Hatta Türklüğü açıkça aşağılamaya, öte yandan yeni devletin dininin İbrahimi dini olmasını tartışmaktadır. Onları bu hâlde izleyen Hayikyan, içinde bulundukları gafleti görür ama ses çıkarmaz. Üçüncü Bölüm - On İki Sene Sonra (29 Ocak 1925): Hayganoş adında bir kadınla evlenen ve baba olan Hayikyan, geçmiş yılları hatırlamaktadır. Osmanlı Kaynaşma Kulübü, İnsanlık adında bir kitapçık yayımlamış, fakat her milletten milliyetçilerin protestosuyla karşılaşmıştır. Derneğin önünü öfkeli bir kalabalık doldurunca üyeler arabalarla kaçmış, ertesi gün İz'an gazetesi dernek üyelerini Ashâb-ı Kehf'e benzeterek alaya almıştır. Tepkiler büyümüş, derneğin önde gelenlerinden Sait delirmiş, Eserullah Natık intihar etmiş, Hayikyan ise eşinin de etkisiyle giderek milliyetçi olmuştur. | Ömer Seyfettin, öyküye yazdığı önsözde bu "küçük romanı" 1913 yılında yazdığını ve amacının, Türklüğü yok sayıp Osmanlıcılığı savunan aydınların gafletini anlatmak olduğunu belirtmektedir. |
88 | Devletin Menfaati Uğruna | 1 Ocak 1919 | Diken | Avrupa’da bilge ve barışçıl bir kral, halkına adalet ve şefkatle hükmetmektedir. Hayatından memnun olan halkın tek derdi, 98 yaşındaki kralın bir veliahtı olmamasıdır. Bir gün kralın huzuruna çıkan, Avrupa’nın en büyük diplomatı, kralın ölmesi hâlinde ülkenin siyasi istikrarsızlığa sürüklenebileceğini söyleyerek, kraliçenin mutlaka bir erkek çocuk doğurması gerektiğini söyler ve devletin menfaati söz konusu olduğu için gerekirse başka bir adamın çocuğunu doğurabileceğini belirtir. Kral başta yanaşmaz, ama devletin menfaatini düşünerek kabul eder ve bu fikri karısına açar. Karısı da başta bu fikirden hoşlanmaz, ama devletin menfaatini düşünerek kabul eder. Kral, kraliçeye bazı adamlar önerir, kraliçe hepsini “hizmetinden bir netice çıkmaz” diyerek reddeder. Kral bunu nasıl bilebileceğini sorunca kraliçe, sayılan adamların hepsini denediğini ama bir sonuç alamadığını söyler. Kral şaşırır, ama bunun devletin menfaati için yapıldığını düşünerek anlayışla karşılar. Son çare olarak Çavuş Fernan adında, iri bir adam bulunur. Kraliçe dokuz ay sonra iki erkek çocuk dünyaya getirir. Bu iki çocuk birbiriyle anlaşamaz, kral ölünce ülke ikisi arasında bölünür ve ülkede iç savaş çıkar. | - |
89 | Rüşvet | 1 Ocak 1919 | Zaman | Bozöyük köyünden Ali Hoca, köylülerin otuz yıldır müşterisi oldukları Avukat Hacı Namık Efendi’ye gider. Köy muhtarı Huysuzoğlu’nun arazisine vaktiyle bina yapmış, buna ses çıkarmayan muhtar yıllar sonra binada hak iddia etmişti. Avukat, Ali Hoca’nın haksız olduğunu görür ama Ali Hoca dava açmakta ısrar eder, hakime rüşvet olarak koç gönderirse kazanabileceğini düşünür. Avukat, yeni hakimin rüşvet düşmanı olduğunu söyleyerek Ali Hoca’yı vazgeçirmek ister. İki hafta sonra Ali Hoca, avukatın yanına gelir, avukat davayı kazandıkları müjdesini verir. Ali Hoca ise, hakime rüşvet olarak koç gönderdiğini, ama kendi adıyla değil, muhtarın adıyla gönderdiğini, rüşvet düşmanı olan hakimin de muhtar aleyhinde karar verdiğini söyler. | - |
90 | Nişanlılar | 19 Ocak 1919 | Zaman | Aşka inanmakla birlikte aşkı hiç yaşamadığını söyleyen yazar, okuduğu yazar ve şairlerin de etkisiyle bir aşk romanı yazmak istemekte ve bunun için etrafındaki sevgilileri gözlemlemektedir. Arkadaşıyla Boğaziçi’nde gezdiği bir akşam, gördüğü çiftin birbirlerini sevmesinden övgüyle söz eder. Arkadaşı ise bu çifti tanıdığını, adamın fakir ve işsiz Muhsin Bey olduğunu, kızla on yıldır nişanlı olduklarını, ama kızın babasının zengin olduğunu ve kızını züğürde vermek istemediğini, kızın Muhsin’den vazgeçmediğini, Muhsin’in ise kızın babasının gözüne girecek şekilde iş sahibi olmak yerine mirasa konma hayaliyle yaşadığını anlatır. | - |
91 | Antiseptik | 23 Ocak 1919 | Diken | 16 yaşındaki Bedia ve tıp öğrencisi kuzeni Namık birbirlerini sevmektedir. Bedia’nın ailesi, onu 38 yaşında olduğunu söyledikleri, kel bir sefirle evlendirmek ister. Namık adamın 38 yaşından daha büyük olduğunu öne sürer ve adamı vazgeçirmek için Bedia’yla bir plan yapar: Bedia nişan günü sefirle bir odada yalnız kalacak, kendisini öpmek istiyorsa dudağını antiseptikle yıkaması gerektiğini söyleyecek, bıyığının rengi değişen sefir de küçük düşecektir. Bedia planı aynen uygular, bıyığı beyaza dönen sefir ise utanır, bıyığını kapatarak nişanı terk eder. | - |
92 | Tos! | 2 Şubat 1919 | Zaman | Erenköy'de bir köşkte yaşayan Fatma Hanım, zengin ve dindar bir aileden gelen, günlerini evinde ibadetle geçiren, gelirini tekkelere, dervişlere, fakirlere, mollalara, öksüzlere dağıtan, kırk yaşına yaklaşmış bir kadındır. Beceriksiz, umursamaz ve hazırdan yiyen bir adam olan yirmi yıllık kocasının, Allah'ın kendisini imtihan için gönderdiği bir bela olduğunu düşünerek sabretmektedir. Fatma Hanım o kadar dindardır ki, Balkan Savaşları sırasında Erenköy'ün kadınları kendisine başvurup, ordunun savaşı kazanması için dua etmesini istediklerinde, savaşta alınan yenilginin, dinden uzaklaşan topluma Allah tarafından verilen bir ceza olduğunu düşünerek dua etmeye yanaşmaz. Evde Fatma Hanım ve kocasının yanı sıra ihtiyar Arap aşçı Nuruşeb ve 17 yaşındaki besleme Makbule yaşamaktadır. Nuruşeb bir gün Fatma Hanım'a gelerek, beyefendinin bahçede ağaçların altında Makbule'yi "sıkıp sıkıp limona çevirdiğini" söyleyince Fatma Hanım çok sinirlenir, Makbule'yi gözünün önünden ayırmamaya başlar. Beyefendi, Makbule'yle uğraşamayınca, büyüdüğünde kurban edilmek üzere üç yıl önce kuzu olarak bahçeye alınan ama bir türlü kurban edilemeyen koçla ilgilenir. Adamın kışkırtmalarıyla saldırganlaşan koç, bahçeye çıkanlara kafasıyla tos vurmaya başlar. Bir gece evde mevlit düzenlenir. Fatma Hanım'ın gözleri Makbule'yi arar ve kızı bahçede bulur. Makbule aybaşı olduğunu söyleyince günah olduğu için içeri almaz, ama bahçeden pencereye yaklaşmasını ve orada mevlidi dinlemesini ister. Makbule'nin bahçede kalabilmesi için aybaşı yalanını kendisi uyduran beyefendi, mevlit okunurken bahçeye çıkar, ama kimseyi göremeyince koçla oynamaya başlar. Bahçede dolaşırken pencere önünde duran Makbule'yi fark eder ve arkasından yaklaşır. Korkan kızı "Sus, sus..." diye sakinleştirir. Bu sözleri "Tos, tos..." diye anlayan koç, gerilerek beyefendiye tos vurur. Adam ve Makbule, kırılan pencereden salona düşerler. Misafirler kaçışır, Fatma Hanım bayılır, kargaşada daha da sinirlenen koç ise Makbule'yi ve beyefendiyi ısırmaya başlar. | - |
93 | Deve | 6 Şubat 1919 | Diken | Doğup büyüdüğü Edirne'de çingene olarak yaşamaya katlanamayan Mestan Ağa, İstanbul'a taşınır, çember sakal bırakır, başına sarık sarar ve kendini Abdülmennan adında bir Arap olarak tanıtır ve hayvan ticareti yapmaya başlar. Amacı, biraz para kazandıktan sonra Anadolu'da bir kasabaya yerleşmek, beyaz bir Türk kızıyla evlenmek ve çingenelikten kurtulmaktı. Edirne'den çok gelen olduğu için İstanbul'da kimliğinin açığa çıkmasından korkarak önce Bursa'ya, sonra Çanakkale'ye taşınır. Buradaki çarşıda bir hocanın, hacca gitmek dışında deveye binenin çarpılacağını söyleyerek cemaati korkuttuğunu görür. Akşam kasaba dışında yürüyüşe çıkar, bir tarlanın kenarında bir deve görür. Hocanın söylediklerini düşünen Mestan, deveye binmeye karar verir. Binmesiyle birlikte deve ayaklanır, üstündeki adamı atmak için koşmaya başlar, Mestan bağırdıkça daha da huylanıp tarladaki başakları ezer. Mestan'ın bağırışıyla uyanan çiftçiler yetişip deveyi durdururlar. Ekinler zarar gördüğü için Mestan'ı döverler, öldüğünü düşündüklerinde de bir hendeğe atarlar. Mestan, hocanın söylediklerinin doğru çıktığını düşünür ve Edirne'ye dönmeye karar verir. | - |
94 | Acaba Ne İdi? | 6 Şubat 1919 | Şair | Cabi Efendi tımarhaneden çıktıktan sonra çok geçmeden geri dönmüş, ama kabul edilmemiş ve evine gitmiştir. Tımarhanede kaldığı sürede ailesinin fakirleştiğini görür ve kendisi de bu yeni fakir hayata alışır. Bir hafta boyunca şehirde gezerek, hatırlamadığı son dört yılda neler olduğunu anlamaya çalışır. Mahallesindeki okumuş, namuslu insanların Çanakkale Savaşı'nda şehit düştüğünü, işe yaramaz, serseri insanların ise zenginleşerek makam sahibi olduklarını, ayrıca herkesin kabalaştığını görür. Şehirde yaşanamayacağını düşünerek şehrin dışında bahçeli bir ev bakmaya gider. Burada da bir otomobilin şoförü arabayı Cabi Efendi'nin üzerine sürer, korna çalar ve küfür eder. Cabi Efendi, şehir de en azından can emniyeti olduğunu düşünerek evine döner. | Dama Taşları ve Makul Bir Dönüş adlı öykülerin devamıdır. |
95 | Bir Kayışın Tesiri | 13 Şubat 1919 | Zaman | Yazar ve arkadaşı kıraathanede oturmaktadır. Yan masalarında palabıyıklı, kalpaklı bir Çerkez konuşmaktadır. Arkadaşı yazara, bu adamın Çerkez olmadığını, lisede kendisine hediye edilen bir Çerkez kayışından etkilenip Çerkez gibi yaşamaya başladığını, aradan geçen sürede Çerkezce öğrenemese de Çerkez aksanıyla konuşmayı öğrendiğini, bir Çerkez paşaya bağlanarak Kafkasya'ya kaçtığını, orada bir Çerkez kızıyla evlendiğini, İkinci Meşrutiyet'ten sonra İstanbul'a döndüğünü, orduya katıldığını, ama tanıdıkları vasıtasıyla cepheye gitmekten kurtulduğunu anlatır. Yazar, bu adamın kayışını görür ve Türklerin başka milletten insanları böylesine celp edecek bir kayış bile üretemediğini düşünüp üzülür. | - |
96 | Yüz Akı | 20 Şubat 1919 | Diken | Köydeki mallarını ortağına kaptıran Mehmet Efendi, kasabadaki ahbabı Müftü Hacı Ali Efendi'yle dertleşmekte, artık kimseye güven olmayacağını söylemektedir. Mehmet Efendi'ye dürüst insanların da var olduğunu göstermek isteyen müftü, tanıdığı dürüst bir çobanı tavsiye eder, başta yanaşmayan Mehmet Efendi çok geçmeden ikna olur ve çobana elli koyun emanet eder. Bir sene sonra çoban geri döner; koyunların hiçbirinin doğurmadığını, on ikisinin çalındığını, otuz ikisinin öldüğünü, beşini kurtların yediğini, geri kalan tek koyunu dün akşam sağıp sütünden yoğurt yaptığını, ama koyunun o gün uçurumdan düşüp öldüğünü ve derisini yüzüp sahibine getirdiğini söyler. Mehmet Efendi kandırıldığını düşünerek yoğurdu çobanın başına geçirir. Dışarı çıkınca müftüyü gören çoban, "Hesabını doğru veren işte böyle yüzünün akıyla dışarı çıkar," diyerek sitem eder. | - |
97 | Türbe | 1 Mart 1919 | Zaman | Kocası otuz sene önce ölen ve çocuğu olmayan Şefika Molla, Rüküş Kadın adında bir zenciyle birlikte yaşamaktadır. Selanik'ta şifa ve talih arayan pek çok kimse, Şefika Molla'yı ziyaret etmekte, kendisini okutup muska almakta ve para bırakmaktadır. Bu nedenle Şefika Molla'nın çok zengin olduğu düşünülür. Otuz yıldır evinden çıkmayan bu kadın, çocukluk arkadaşı Hacı Gülsüm Hanım'ın ölüm döşeğinde olduğunu öğrenmiş ve ısrarı üzerine kendisini ziyarete gitmeyi kabul etmiştir. Fakat Gülsüm Hanım'ın oturduğu Yalılar bölgesi Müslüman mahallesi değildir. Bu yüzden içi rahat olmayan Şefika Molla, Rüküş Kadın'la birlikte yol boyunca Ayet-el Kürsi okur, günaha girmemek için etrafına bakmaz, çocukluğunda geldiği bu bölgede Müslümanların idam edildiğini hatırlayıp bunalır, üstüne yürüdüğü yolların eskiden mezarlık olduğunu düşünüp korkar, çarpılacağını zanneder. Yakında bir türbe görünce rahatlar ve türbeye yaklaşıp dua etmeye başlar. Etraftan geçenler anlam veremez. Şefika Molla ve Rüküş Kadın, türbeye şapkalı adamların girdiğini görüp şaşırır ve sinirlenirler. Müslüman görünümlü bir subaya durumu şikayet ettiklerinde, türbe zannettikleri yerin belediye tuvaleti olduğunu anlarlar. | - |
98 | Forsa | 6 Mart 1919 | Büyük Mecmua | Otuz yaşındaki Osmanlı denizcisi Edremitli Kaptan Kara Memiş, Malta korsanlarının eline düşüp esir olur. Yirmi yıl gemide kürek mahkûmu olarak kullanıldıktan sonra, korsanlar tarafından bir çiftçiye köle olarak satılır. On yıl çiftlikte çalıştıktan sonra sokağa atılır. Yıkık bir kulübeye yerleşir ve arada kasabaya inip kendisine acıyanların verdiği yemeklerle beslenir; on yıl boyunca böyle yaşar. Esir alındığı günden bu yana geçen kırk yılda, Osmanlıların gelip kendisini kurtaracağı ümidinden hiç vazgeçmemiştir. Bir gün gerçekten Türk gemilerinin limana yanaştığını görür ve ağlayarak askerlere yaklaşır, kim olduğunu söyleyince Türk gemilerinin başındaki beyin yanına götürülür. Bey, Kara Memiş'in beş yaşındayken ayrıldığı oğlu Turgut'tur. Baba ve oğul hasret giderirler, Kara Memiş kılıç ve kalkan ister, gemideki sancağı göstererek, "Şehit olursam bunu üzerime örtün! Vatan al bayrağın dalgalandığı yer değil midir?" der. | - |
99 | Memlekete Mektup | 13 Mart 1919 | Büyük Mecmua | Malatya'dan İstanbul'a gelen ve Babıali Yokuşundaki Meserret Oteli'nde kalan yazar, arkadaşı Celil'e yazdığı mektupta, İstanbulluların kentin işgalini umursamadıklarını ve herkesin kendi çıkarının peşinden koştuğunu anlatır, hem Enver ve Cemal Paşaları, hem de İslamcılık fikrinde ısrar edenleri eleştirir. | - |
100 | Niçin Zengin Olmamış? | 20 Mart 1919 | Büyük Mecmua | Birinci Dünya Savaşı sürerken fakirlikle boğuşan yazar, bir gün zengin bir arkadaşına rastlar. Devlet dairesindeki tanıdıkları aracılığıyla köşeyi döndüğünü söyleyen arkadaşının yönlendirmesiyle yazar da dört ay içinde çok para kazanır, lüks içinde yaşamaya başlar. Altı ay sonra araba bulamadığı bir akşam evine yürüyerek gider. Bir köşedeki bir grup insanı görünce durur, ne yaptıklarını sorar. Adamlar belediye görevlileridir ve açlıktan ölenleri toplayıp mezarlığa götürmekle görevlidirler. Yazar gördüklerinden çok rahatsız olur ve milleti bu hâle düşürenin, devletin başına çöreklenen hırsız sürüsü olduğunu anlar. Bütün malını satar, aşevlerine ve yardım kuruluşlarına dağıtır, tekrar fakir yaşantısına döner. | - |
101 | Beynamaz | 28 Mart 1919 | Büyük Mecmua | Doğanlı köyünün sofu imamı Hacı İmam, köydeki bütün erkekleri namaza alıştırmış, vakitlerini ibadetle geçiren erkekler de çiftçilik işlerini tamamen kadınlara bırakmıştır. Köyde namaz kılmayan tek adam ise, Gavur Ali lakaplı, köyün hemen dışındaki ağılında koyun yetiştiren biridir. Mevsimin kurak olduğu bir dönemde köylüler imamdan yağmur duası etmesini isterler, ama imam, köyde namaz kılmayan biri varken duanın kabul edilmeyeceğini söyler ve Ali'yi "imana getirmeye" karar verir. Ali'nin ağılına gider, ama Ali onunla konuşmak istemez ve köpeğini imama saldırtır. Köpeği atlatan imam, Ali'yi konuşmaya ikna eder. Ali'yi namaza başlatmak isteyen imam, namaza başladığı takdirde koyunlarının sayısının iki katına çıkacağını ve çok zenginleşeceğini, eğer bu gerçekleşmezse namazı bırakabileceğini söyler. Ali kabul eder ve beraber camiye giderler. Ali'nin namaza başladığına çok sevinen köylüler, bunun şerefine bir ziyafet verirler ve Ali'yi iki gün yanlarında ağırlarlar. Namaza ve ibadete her geçen gün daha çok vakit ayıran Ali, koyunlarıyla ilgilenmesi için bir çocuğa para verir. İki ay sonra koyunları ölmeye başlar. Ali, ağılın etrafını incelediğinde her yeri sarı bataklık çiçeklerinin sardığını ve koyunların bunları yedikleri için ölmeye başladıklarını görür. İmam, ölen koyunlara üzülmemesini, Allah'ın daha çok vereceğini söyleyerek Ali'yi teselli eder. Koyunlar ölmeye devam eder. On koyun kalınca Ali ağılına döner ama kalan koyunlar da ortadan kaybolur. Sinirlenen Ali, namaz kılmayı bırakır. Köylüler ise Ali'nin namazından başka bir şey düşünmemektedir. Malvarlığını tamamen kaybeden Ali, silahlarını alıp köyü terk eder. | - |
102 | Korkunç Bir Ceza | 17 Nisan 1919 | Diken | Hasan Ağa, karısı Gülsüm'ü de alarak İstanbul'a taşınmış, Fatih'te bir tutmuş ve bir helvacı dükkânı açmıştır. Hemşehrilerinin davetini kıramayan Hasan Ağa, karısına "Sen bir kişicik bul, onunla yat, sakın korkma," diyerek davete gider. İlk defa yalnız kalacak olan Gülsüm korkar, kocasının ne kastettiğini anlamadığı için sokakta gördüğü insanlara "Kişicik sen misin?" diye sorar. Aynı soruyu sorduğu bir külhanbeyi, aradığı kişinin kendisi olduğunu söyler. Gülsüm bu külhanbeyini eve götürür ve beraber yatarlar. Davette içi rahat etmeyen Hasan Ağa, gecenin ilerleyen saatlerinde eve döner ve Gülsüm'ü yatakta külhanbeyiyle görür. Bağırmaya başlar, Gülsüm konuşunca karısının saflığını görüp külhanbeyinin üzerine yürür. Adamı sırtlar ve Yedikule'ye kadar götürür. Külhanbeyi öldürüleceğini düşünerek korkar, ama Yedikule'ye geldiklerinde Hasan Ağa "Sakın bir daha bizim eve gelme. Bir daha evimde yakalarsam vallahi billahi ta Ayasefanos'a kadar götürür bırakırım," diye tehdit edip ayrılınca şaşırır. | - |
103 | Bit | 20 Nisan 1919 | Zaman | Yazar, modern zamanlardaki yazarların her şeyi abarttığını söyledikten sonra, iki bin yıl önce Latince olarak yazılmış bir yazı okuduğunu, bu yazıda bitin uzun uzun övüldüğünü, aradan geçen zamanda insanlığın duyarsızlaştığını anlatır. | Satirik bir üslupla yazılmıştır. |
104 | Perili Köşk | 22 Nisan 1919 | Zaman | Sermet Bey, on iki kişilik ailesinin kalabileceği bir köşk aramaktadır. Bir köşk beğenir; bekçi bu köşkün perili olduğunu söylese de Sermet Bey evi tutmakta kararlıdır. Evin sahibi Hacı Niyazi Efendi, köşkün perili olduğuna dair yalanlar nedeniyle kiracı bulmakta zorlandığını, bu yüzden üç yıllık kirayı peşin istediğini söyler. Sermet Bey teklifi kabul eder ve köşke taşınır. Bir süre sonra aile köşkün bahçesinde hayalet görmeye başlar, Sermet Bey korkmaz, hayaleti yakalamak ister ama hayalet kaçar. Birkaç denemeden sonra bu sefer köşkün pencerelerine taş atılmaya başlar. Sermet Bey bir gün hayaleti yakalamayı başarır ve hayalet sanılan şeyin aslında kılık değiştirmiş olan Hacı Niyazi Efendi olduğu, evsahibinin kiraları peşin aldıktan sonra kiracıları kaçırarak kısa yoldan para kazandığı anlaşılır. Sermet Bey, evsahibine “altı yıllık kiranın peşin alındığını” belirten bir sözleşme imzalatarak, üç yıllık sözleşmesinin üzerine, bedel ödemeden üç yıl daha ekletmeyi başarır. | - |
105 | Baharın Tesiri | 8 Mayıs 1919 | Büyük Mecmua | Uyandığında ilkbaharın güzelliğini fark eden yazar, yürüyerek önce Kadıköy’e gider, sonra Şişli’ye geçer. Burada rastladığı arkadaşı Sermet, onu çaya davet eder. Yazar, davette gördüğü Mediha’yı çok beğenir, evine döndüğünde de onu düşünür. Konuyu açtığı arkadaşı Camsap, aşk zannedilen bu duygunun ilkbaharda yaygın olan bir yanılgıdan ibaret olduğunu ve soğuk bir yere gittiği takdirde bu yanılgıdan kurtulacağını söyler. Yazar, Mediha’ya âşık olduğunda ısrarcıdır, ama arkadaşının söylediklerini de aklından çıkaramaz ve Camsap’ın Kireçburnu’ndaki evine gider. Burada hava çok soğuktur. Yazar soğuğu düşünmekten aşkını unuttuğunu kabul eder. Evine döndüğünde sıcak havanın onu tekrar âşık edeceğini düşünür ama istese de Mediha hakkında aynı düşüncelere sahip olamaz. | - |
106 | Nasıl Kurtarmış? | 14 Mayıs 1919 | Zaman | Sert mizaçlı, hiç gülmeyen Kadı Mustafa Efendi, kasabada kimsenin sevmediği bir adamdır. Avukat Hüsamettin Efendi’nin dükkânındaki bir sohbette esnaf, güler yüzün öneminden bahsettikçe Kadı Mustafa Efendi üzerine alınır ve güler yüzün kötülüklerinden bahseder, ama kimseyi ikna edemez. Bu sırada dükkâna elinde bir lenger yoğurtla genç bir yörük girer, babası Hatıloğlu Ehmet Ağa’nın kadıya hediye olarak yoğurt gönderdiğini, çünkü dün gördüğü rüyada kadının babasının koyunlarını kurtardığını söyler. Esnaf güler, olaya anlam veremeyen kadı ayrıntı ister. Genç yörük, babasının rüyasında büyük bir kurdun koyunlara saldırdığını, kadının ise oraya gelip bir yaban domuzuna dönüşerek kurdu parçaladığını anlatır, kadının sinirlendiğini görünce kaçar. | - |
107 | Yalnız Efe | 19 Haziran 1919 | Büyük Mecmua | Dibace: Bu bölümde öykünün ilk versiyonu, başı ve sonu alıntılanarak özetlenmiş, ilerleyen bölümlerde ise Yalnız Efe’nin hikâyesinin ayrıntıları verilmiştir. 1) Yörük Hocayla Kızı: Gençliğinde Anadolu’da ve Rumeli’de savaşlara katılan Yörük Hoca, Kumdere köyünün sevilen kişilerindendir. Yetmiş yaşını aşkın olan Yörük Hoca dört yıl önce karısını kaybetmiş, kızı Kezban’la birlikte yaşamaktadır. Kumdere’ye iki saat mesafedeki kasabada ise, Eseoğlu adında biri, son on beş yıl içinde faizcilik yaparak zenginleşmiş, devlet yetkililerini de yanına çekerek, yabancılardan oluşan silahlı adamlarıyla bölgede yolsuz bir düzen kurmuştur. Fakat Kumdere’ye etki edememiş, ele geçiremediği bu topraklardaki insanların silahlarının hükûmet tarafından toplanmasını sağlayarak, köyün avcılıkla geçinmesini imkânsız hâle getirmiştir. Evine gelen misafirlerle bu durumdan yakınan Yörük Hoca, genç olsa dağa çıkıp Eseoğlu’ya mücadele edeceğini söyler ve paraya ihtiyacı olanların Eseoğlu’na değil, kendisine başvurmasını ister. Bu sırada Eseoğlu’na üç yıl önce borç verdiğini ama geri alamadığını hatırlar ve ertesi gün borcunu istemek üzere kasabaya gitmeye karar verir. 2) Hocanın Ölümü: Yörük Hoca ertesi gün erkenden yola çıkar ve kasabaya gider. Akşam olmasına rağmen dönmeyince Kezban meraklanır ve çok geçmeden babasının vurulduğunu öğrenir. Eseoğlu’nun çiftliğine gider, babasının cesedinin gübre yığınları arasında atıldığını görür. Katilin kim olduğunu öğrenmek ister ama söylemezler. Yörük Hoca, ikindi namazından sonra toprağa verilir. 3) Vuran:Köylüler, yetim kalan Kezban’ı evlendirmek isterler, ama babasının katilini adalet karşısına çıkarmaya kararlı olan Kezban, evlenmeyi kabul etmez. Eseoğlu, Yörük Hoca’yı kimliği belirsiz eşkıyaların öldürdüğünü iddia ederken, babasının öldürülmesinin Eseoğlu’yla ilgisi olduğundan emin olan Kezban, kasabadaki Deli Mustafa’nın ağzını yoklar ve babasını, Eseoğlu’nun çiftliğindeki kahyanın kardeşi Zeynel’in öldürdüğünü ve emri Eseoğlu’nun verdiğini öğrenir. | Öykü ilk olarak 25 Nisan 1918'de yayımlanmıştır. Ömer Seyfettin, 19 Haziran 1919'da yayımlanan bu genişletilmiş versiyonda hikâyede küçük değişiklikler yapmıştır. |
108 | Mürebbiye | Haziran 1919 | Diken | Nişantaşı'nda ailesiyle yaşayan yazar, Galatasaray Lisesi'nde okuyan, 18 yaşında bir öğrencidir. Derslerine destek için eve gelen mürebbiyeleri taciz etmekte, ortaya çıkınca da mürebbiyeler işten atılmaktadır. Bir gün eve Adriyan adında yeni bir mürebbiye gelir ve aileyle birlikte yaşamaya başlar. Güzelliğiyle yazarı etkileyen bu mürebbiye, yazarda uyandırdığı saygı sayesinde üç ay boyunca kolunu bile tutturmaz. Üç ay sonunda yazar Adriyan'a aşkını ilan eden yazar, geceleri Adriyan'ın odasına gitmek ister ama kapıyı kapalı bulur. Bu durum birkaç gün tekrar edince anahtarı saklar. Gece Adriyan'ın kilitlenmemiş odasına gider, karanlıkta yatağı yoklar ve yatakta babasını bulur. | - |
109 | Zeytin Ekmek | 3 Temmuz 1919 | Yeni Dünya | Sabire ve Naciye çocukluk arkadaşıdır. Balkan Savaşları sırasında kaçarken birbirlerini kaybeden iki arkadaş, altı yıl sonra İstanbul'da karşılaşır. Ailesindeki herkesi kaybeden Naciye'nin kocası Haydarpaşa'daki amele taburunda askerdir. Evine çok az gelebiliyor, her geldiğinde eve zeytin ve ekmek getiriyor, Naciye de bu yemekle idare ediyordur. Sabire ise zengin ve kibirli bir kadın olmuştur ve Naciye'nin fakirliğini görünce başta küçümser, sonra acır ve kendi evine götürmek ister. Naciye ise önce çekinmesine rağmen, uzun süredir çektiği açlık ağır basar ve yiyeceği yemeklerin hayaliyle, teklifi utanarak kabul eder. Sabire ve arkadaşı Füsun, Naciye'ye güzel kıyafetler giydirirler. Naciye, bu iki kadının bu sıradaki konuşmalarından, akşam kendisini bir erkeğe pazarlayacaklarını anlar. Eve gitmek ister, ama açlığı yine ağır basar ve kalmayı kabullenir. Üç kadın Kadıköy'e doğru yola çıkar, yolda yanlarına gelen bir adam Naciye'yi çok beğenir ve Sabire ile Füsun, Naciye için alacakları paranın pazarlığını ayaküstü yapmaya başlarlar; gürültülü eğlencelere alışkın olmayan Naciye'nin o gece Fasih adında bir adamın yanında kalmasına karar verirler. Açlığından başka şeye dikkat edemeyen Naciye, akşam gidecekleri yerde yemek yedikten sonra bir mazeret uydurup ayrılma planı yapar. Eve vardıklarında Naciye yiyecek bir şey ister, Fasih ise pencereden İslam adında Arnavut uşağına seslenir ve yiyecek bir şeyler bulmasını söyler. Yemek gelir, yemek odasına giren Naciye, kocasının yıllardır kendisine getirdiği zeytin ve ekmeğin aynısını görür, ağlamaya başlar. Evden gider, rastgele yürümeye başlar, köprüye geldiğinde atlayıp kendini öldürmek ister, ama güç bulamaz ve olduğu yere yığılır. | - |
110 | Mehmaemken | 5 Temmuz 1919 | Zaman | Ordudaki günlerini hatırlayan yazar, eğitimsizlerin eğitimlilerden sayıca çok fazla olduğu bir dönemde tanıştığı, Mehmaemken lakaplı Ali Efendi'yle tanışmasını anlatır. Lakabının nedenini sorduğu Ali Efendi, küçükken okumadığını, okuldaki sınavları kopyayla geçtiğini, bir gün coğrafya sınavındaki sorunun sonundaki "Mehmaemken haritasını çiziniz," kısmını anlamaz, kopya istediği arkadaşına sorar ama yardım alamaz. Sınavdan sonra, bir coğrafi şekil zannettiği "mehmaemken" sözünün, "olduğu kadar" anlamına geldiğini öğrenir, arkadaşları ona bu lakabı takarlar. | - |
111 | Keramet | 17 Temmuz 1919 | Keramet | Mahallede çıkan yangın yarım saatten beri sürmekte, halk ise yangının civardaki türbeye gelince kesileceğini düşünmektedir. Yangın sırasında evlere girerek hırsızlık yapan Çiroz Ahmet, mahallenin fakir olduğunu görünce sıkılır ve gözünü türbeye diker. İçerdeki şamdan, seccade ve kitapları çalmaya karar verir. Halk yangınla meşgulken Çiroz Ahmet kapıyı kırıp türbeye girer, alacaklarını alır, çıkarken yakalanmamak için sandukanın altına saklanır ve sırtında sandukayla çıkar. Evliyanın yürüdüğünü zanneden halkın şaşkın bakışları arasından geçerek karanlıkta kaybolur. | - |
112 | Yüksek Ökçeler | 24 Temmuz 1919 | Zaman | On üç yaşındayken, altmış yaşındaki zengin bir adamla evlendirilen Hatice Hanım, kocası ölünce dul kalmıştır. Yaptığı erken evlilik nedeniyle evlilikten ve erkeklerden nefret etmektedir. Köşkünde hizmetçileriyle yaşamakta, temizliğe ve namusa çok özen göstermektedir. Ayrıca boyu kısa olduğu için yüksek topuklu ayakkabılar giymektedir. Bir gün başı döner, doktor çağırır, doktor baş dönmesinin sebebi olarak topuklu ayakkabıları işaret eder. Hatice Hanım doktor tavsiyesine uyarak terlik giymeye başlar ve baş dönmesi geçer. Fakat terlik giymeye başladıktan sonra, o güne kadar disiplinli ve namuslu biçimde çalışmış olan hizmetçilerini işlerini aksatırken ve yemek çalarken yakalar. Bir gün hizmetçilerinin konuşmasına kulak misafiri olur ve hizmetçilerin o güne kadar giydiği topuklu ayakkabıların sesiyle kendilerine çeki düzen verdiklerini ve hiç yakalanmadıklarını anlar. Hepsini evden kovar. Sonradan işe aldığı herkes aynı kabahatleri işler. Sağlığının bozulduğunu gören Hatice Hanım, baş dönmesi yaşamak pahasına, hizmetçilerin kendisini duyabileceği şekilde topuklu ayakkabılar giymeye başlar. | - |
113 | Uzun Ömür | 31 Temmuz 1919 | İfham | Savaşta orduya uzaktan komuta eden vezir, savaşın kaybedileceğinden ve bunun sonucunda idam edileceğinden çekinir. Tavsiye istediği kethüdası, vezirin savaş meydanına inmesinin askeri cesaretlendireceğini söyler. Silah kullanmayı bilmeyen vezir, savaştan sonra idam edilmektense savaş meydanında ölürse en azından cennete gideceğini hesap ederek tavsiyeyi kabul eder. Atına atlar, etrafındakilerle birlikte savaş meydanına doğru yola çıkar. Savaş meydanına çıkan kestirme yol ormanın içinden geçmektedir. Ormandan geçtikleri sırada vezir, bir köşede uyuyan yaşlı bir asker görür. Başta idamını emreder, ama son anda merak edip askere neden uyuduğunu sorar. Asker de akranlarının savaşta öldüğünü, kendisinin savaşlarda hep geri çekilip bir kenarda uyuyarak bu yaşa kadar hayatta kaldığını söyler. Bu sırada zafer haberi gelir, vezir adama hak verir ve canını bağışlar. | - |
114 | Havyar | 14 Ağustos 1919 | Yeni Dünya | Hamdune Hanım, şeyhülislam olan eşi 99 yaşında ölünce tek kızı olan Kaymak Hanım'la yalnız kalmıştır. Malı ve mülkü olduğu için kızıyla rahatça yaşayabilecek olan Hamdune Hanım, evi idare edecek bir erkek arar ve kızını evlendirmeye karar verir. Taliplerin hiçbirini kabul etmez ve "mahcup, namuslu, terbiyeli bir genç" istediğini söyler. Bir süre sonra Topkapı'da Hüsam Efendi adında birini bulur. Yirmi yaşındaki Hüsam Efendi oldukça utangaç, eğlenceye dair hiçbir şey bilmeyen, Beyoğlu'na bir kez bile gitmemiş, dindar ve fakir bir gençtir. Hamdune Hanım bu gencin hâlini beğenir ve çirkinliğini umursamaz. Kaymak Hanım ve Hüsam Efendi evlenirler, yirmi yıl beraber yaşarlar. Derken savaş çıkar ve yaşı kırk olmasına rağmen Hüsam Efendi askere alınır. Bir yolunu bulup kurtulur, Erenköy halkının sahip çıkmasıyla müdür olur, sonra ticarete atılır ve çok para kazanır. Çok geçmeden utangaçlığını atar, namazı bırakır, evdeki zenci hizmetçileri taciz etmeye başlar. Hamdune Hanım, damadının bu hâline sinirlenir, yanına çağırır ve sitem eder. Hüsam Efendi, "Yirmi senedir kaymak yemekten usandım, şimdi de canım biraz havyar istiyor. Siyah havyar." der. | - |
115 | Pireler | 1 Eylül 1919 | İfham | İzmir’de yaşayan yirmi yaşındaki yazar, Rose Mayer adında bir Fransız kadına aşık olur. Temizlik hastası olan Rose, evlerini ve köpekleri günde birkaç kez yıkamaktadır. Köpek bir gün hasta olur ve veterinerler iyileştiremezler. Bir arkadaşının tavsiyesi üzerine köpeği İtalyan bir veterinere götüren yazar, köpeğin üzerine pire dökme tavsiyesi alır. Başka ciddiye almaz, ama uygulamaya karar verir. Çuval deposuna bir gün kapatılan köpek pirelenir ertesi gün canlanır. Yazar pirenin nasıl çare olabildiğini sorar, veteriner de pirelerin köpekleri uykudan alıkoyduğunu, çok temizlenen bu köpeğin de piresiz kalınca sürekli uyuklayıp iştahını kaybettiğini anlatır. | - |
116 | Herkesin İçtiği Su | 15 Eylül 1919 | İfham | Ling-yu adındaki Çin imparatoru, halkın ilerlemesi için çalışan ve halkı tarafından çok sevilen bir liderdir. Bir gün başmüneccim, yakında yağmur yağacağını ve yağmurdan bir damla bile içen herkesin deli olacağını söyler. Saraya temiz su depolanır. Yağmur başlar ve dinmek bilmez. Halk yağmur suyu içince delirmeye başlar ve on beş gün içinde ülkedeki herkes delirir. Kanunlar geçersizleşir, idare bozulur. Ling-yu, o güne kadar saraydaki temiz sudan içen devlet erkanına, “Herkes deli olduktan sonra birkaç kişinin aklına lüzum yoktur!” der ve herkesin içtiği sudan içmelerini ister. Kalanlar da delirir ve halka katılır. Zamanla akıllananlar da deli olduğu düşünülerek tımarhaneye kapatılır. | - |
117 | Kaşağı | 22 Eylül 1919 | İfham | Yazar ve kendinden bir yaş küçük kardeşi Hasan, kaldıkları çiftlikte atların tımar edilmesini izlemeyi sever, kendileri de kaşağı kullanarak atları tımar etmek ister, ama yaşları küçük olduğu için seyis Dadaruh’tan izin alamazlar. Yazar bir gün gizlice atların yanına gider, kaşağıyı kullanmak ister ama beceremez ve çeşmenin yanına götürdüğü kaşağıyı taşla kırar. Ertesi sabah babası kırık kaşağıyı görür ve bunu kimin yaptığını sorar. Korkan yazar, suçu kardeşine atar. Babası Hasan’a tokat atar ve ahıra girmeyi yasaklar. Aradan bir yıl geçer, ahıra girmesi hâlâ yasak olan Hasan, atları merak etmekte ve kardeşine ahırdaki durumu sormaya devam etmektedir. Bir gün Hasan kuşpalazı hastalığına yakalanır. Kardeşinin öleceğini duyan yazar, suçunu itiraf edip kardeşinden helallik istemeye niyetlenir, ama hizmetçi Pervin, “Yarın sabah söylersin,” diyerek onu yatağa gönderir. Sabaha kadar uyuyamayan yazar, sabah olduğunda kardeşinin öldüğünü öğrenir. | - |
118 | Bir Hayır | 30 Eylül 1919 | İfham | Hac ve hayır için biriktirdiği paraları amacına uygun harcamayı sürekli erteleyen Durmuş Ağa bir gün hastalanır ve yatağa düşer. Öleceğini anlar, ama karısı kötü şey düşünmelerini istemez ve ciddiye almaz. Ölmeden önce parasını hayıra harcamak için Hacı Ağa’yı çağırmasını ister ama karısı aldırmaz. Durmuş Ağa çok geçmeden ölür. İnatçı ve çıkarcı olan, hem birbirleriyle hem babalarıyla küs olan iki oğlu hemen mallarını paylaşmaya girişir, paylaşılmayacak şeyleri ortadan ikiye böler, evi de yıkarlar. Babalarından kalan köpeği de çekiştirirken Hacı Ağa onları durdurur, en azından sahibinin hayrı için bu köpeği rahat bırakmalarını ister. Köpek yıkılmış evin yerinde açlıktan ve soğukluktan inler. Köpeği duyan köy halkı, “Rahmetli Durmuş ağa hasislik etmeyip bu köpek kadar oğullarına da kendini sevdirseydi ne mezarı taşsız kalır, ne de böyle mevlitsiz, hayırsız, hasenatsız toprak altında yatardı bugün…” der. | - |
119 | Yuf Borusu Seni Bekliyor | 13 Ekim 1919 | İfham | Kısa sürede birçok rütbe elde edip zenginleşen Aksaraylı Câbir Paşa, İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra ordudan emekli edilir. Paşanın geliri azalır, yaşadığı köşktekiler zamanla ayrılmaya başlar. Maddi zorluk artınca köşkün selamlık bölümü kiraya verilir, yeterli olmayınca zemin katı bakkal dükkânına çevrilir. Bakkallık yapmaya alışan paşa, bir süre sonra kaba bir kadın olan Takunyalı Fıtnat tarafından hırsızlıkla suçlanınca dükkânı başkasına devreder ve İstanbul’a taşınır. Burada kendisi gibi emeklilerin kolay yoldan para kazanma yolu bulduğunu görür ve o da ihracat vesikası işine girer. Önce başarılı olur, sonra bu işteki kar azalır. Tutunmaya çalışırken evdeki itibarı azalır, ailesine hoş görünmek için ev işleri de yapmaya başlar. Zamanla zayıflar, kıyafetleri üzerine olmamaya başlar ve entari, hırka gibi giysiler giymeye başlar. Birinci Dünya Savaşı bitince yaşanan siyasi istikrarsızlıkta tekrar paşalığa getirilir. Emekli olduktan sonra selamı sabahı kesenler yine yalakalık yapmaya başlarlar, yalnızca Takunyalı Fıtnat fikir değiştirmemiştir. | - |
120 | Gizli Mabet | 10 Kasım 1919 | İfham | Yazar bir gün arkadaşı Sermet aracılığıyla bir Fransızla tanışır. Yazar, Osmanlı’nın Avrupai olan bölgelerini sevmeyen ve doğululuğun hakim olduğu yerlere aşık olan bu Fransız’a anlam veremez ve ona Alaturka bir tecrübe yaşatmak için, Karagümrük’teki sütannesinin evine davet eder. Oldukça mutaassıp bir ihtiyar olan sütanne bir Hristiyanla görüşmek istemeyeceği için, Fransız adam, hacca gitmek üzere İstanbul’a gelmiş Çerkez olarak tanıtılır. Geceyi bu evde geçiren yazar ve Fransız, ertesi sabah Fatih Camii’nin yakınına nargile içmeye giderler. Yazar, Fatih Camii’nin güzelliğinden bahsederken Fransız etkilenmez ve evdeki gizli mabedi gördükten sonra böyle yapılardan etkilenmediğini söyler. Yazar neden bahsedildiğini anlamayınca Fransız, günlüğünü okutur. Gece vakti evde kapısı aralık bir odaya girmiş, içeride mezarlar, su dolu kaplar, levhalar ve relikler görmüştür. Yazar gülmeye başlar; odanın gizli mabet değil sandık odası olduğunu, yerdekiler mezar değil sandık, duvardakilerin levha ve relik değil, eşinden kalma eserler, kullanılmayan kıyafetler ve çamaşır ipleri olduğunu, kaplardaki suların da tavandan akan yağmur suları olduğunu söyler. | - |
121 | İlk Düşen Ak | 23 Kasım 1919 | İfham | Otuz yaşına gelen yazar, saçlarına ak düşmeye başladığını fark eder ve hayatını sorgular. Mühendis olmasına rağmen işiyle ilgilenmez, bütün vaktini edebiyata ayırır, memuriyetinde de evrakları okumaz, yalnız edebiyatla ilgilenir. Yaşadığı iç sıkıntısına çare bulmak için doktora başvurur. Doktor ona, yapacak işi olmadığı için sıkıldığını, ayrıca siyasi bir tutumu olmamasının da bunda etkisi olduğunu söyler. Yazar bunun üzerine Türkçülüğü keşfeder. Zamanla milliyetçi olur ve eski arkadaşlarını idealsiz bularak onlarla görüşmeyi bırakır. Bir de “Anadolu’da Eski Türk Sanatının İzleri” başlığıyla bir kitap yayımlar. Sonra yine sıkılır. Bu sefer çarenin evlenmekte olduğunu düşünür. | - |
122 | İlk Cinayet | 27 Kasım 1919 | Diken | Yazarın hayatında hatırladığı ilk şey, dört yaşında annesiyle yaptığı vapur yolculuğudur. Bu yolculukta vapurun tentesi üzerinde bir yavru martı bulurlar, denize düşmemesi için yanlarına alırlar. Annesinin uyarısına rağmen yazar kuşun boynunu sıkar, kuş ölür. Annesi, ağlamaya başlayan oğlunu “Ah insafsız!” diye azarlar. Yazar, aradan otuz yılı aşkın süre geçmesine rağmen vapurda her martı gördüğünde bu olayı hatırlayıp neşesi kaçar, annesinin azarını duyar gibi olur. | - |
123 | Birdenbire | 6 Aralık 1919 | Vakit | Ahter, genç yaşında ihtiyar bir adamla evlenmiş ve kırk yaşını geçmeden üç çocukla dul kalmış ve dokuz senedir böyle yaşamaktadır. Kendisi gibi, zengin ama somurtkan bir adamla evlendirilen, bir buçuk sene mutsuz bir evlilik yaşadıktan sonra, altı ay önce boşanan, henüz yirmi yaşında bile olmayan Yumuk’la sohbet ettiği bir gün konu aşktan açılır. Ahter aşkın mümkün olmadığını ve ancak bir hayal olduğunu söylerken, Yumut aşkın gerçek ve mümkün olduğu öne sürer. Yumuk aşkın birdenbire doğabileceğini, Ahter ise aşkın zamanla oluşup birdenbire ölebileceğini belirtir ve örnek olarak bir hikâye anlatır. Köşkün genç kızı, komşusu olan genci uzaktan sevmiş, fakat kendisine sorulmadan başkasıyla evlendirilmiştir. Aradan yirmi yıl geçmiş, kız dul kalmış, fakat aşkını unutamamış; o gencin yaşadığı köşkün bir kısmını kiralamıştır. Sevdiği adamla konuştuğunda, yirmi yıl önce onun da kendisini sevmiş olduğunu öğrenmiş, böylelikle aşkları canlanmış ve bir süre mutlu biçimde yaşamışlar. Kadın bir gün kapalı bir kapının ardında birisinin ilan-ı aşkta bulunduğunu duyarak kapıyı açmış ve sevdiği adamı, hizmetçinin önünde diz çökmüş hâlde bulmuş; bunun üzerine adamla irtibatını kesmiştir. Yumuk, hikâyedeki kadının Ahter olduğunu söyler, Ahter reddeder. | - |
124 | Hürriyete Layık Bir Kahraman | 10 Aralık 1919 | Vakit | II. Abdülhamit’in adamlarına yakın durarak, hak etmediği biçimde devlet memurluğunda yüksek bir rütbe elde etmiş olan Ahmet Bey, Kânûn-ı Esâsî’nin 1908’de yeniden yürürlüğe girmesi sonrasında bir anda tavır değiştirir, hürriyet taraftarı olur. Babıali koridorlarında “hürriyet” sözcüğünü ilk telaffuz eden kişi olmak için durduk yere “Yaşasın hürriyet!” diye bağırmaya başlar. Daha sonra kendini tutamaz, sokakta ve toplantılarda hürriyet yanlısı ateşli konuşmalar yapar. Kendisinin Ahmet adını takma ad olarak kullanan bir Jöntürk olduğunu, II. Abdülhamit’i devirmek için yıllardır planlar yaptıklarını, Sulukule’den başlayıp Yıldız Sarayı’na kadar uzanan bir tüneli yirmi yıldır kazmakta olduklarını, kendi projesi olan bu tünelin sonunda saraya ulaşınca bir gece padişaha baskın yapıp alnına silah dayayarak onu hürriyeti ilan etmeye mecbur bıraktıklarını anlatır. Anlatılanlara inanan halk tarafından kahraman ilan edilen Ahmet, Nişantaşı’ndaki evine kadar coşkulu bir kalabalık tarafından uğurlanır. Gösteriş için eve kapıdan değil, yukarıdan sarkıtılan ipe tırmanarak girmeye karar verir. İlk denemesinde ip kopar ve kalabalığın üstüne düşer, ama ikinci denemesinde başarır. Evinin önünden ayrılmayan kalabalığa, ertesi gün önemli bir açıklama yapacağını söyler. Yavaş yavaş dağılan kalabalığı izlerken kendisini birçok imparatordan ve peygamberden daha çok destekçiye sahip bir kahraman olarak düşünür. Eve girdiğinde, Ahmet olan adının aslında takma ad olduğunu söylediği için, kendisine yeni bir ad bulması gerektiğini fark eder. Ünlü liderlerin isimlerinden aldığı harflerle isim yaratmaya çalışır, sonunda Efruz adında karar kılar. Sabah evinin önünde toplanan beş-on bin kişiye, gerçek adının Efruz olduğunu açıklar. Coşkuya kapılan halk, Efruz Bey’i omuzlar üstünde Babıali’ye doğru götürür. Getirdiği hürriyeti yönetmek için bir merkez belirlemek isteyen Efruz Bey Sirkeci’de durur ve Sahavet Hanı’nı merkez olarak belirler. İstanbul’un dört bir yanına gönderdiği hatipler Sulukule-Yıldız tünelini herkese duyurur. Bu yalana Yıldız Sarayı'ndakiler de inanır ve tüneli aramaya başlarlar. Yabancılar bu tüneli Jöntürklerden satın almak için bir şirket kurar. Bu sırada hürriyet sevdalısı halk Sahavet Hanı’nın etrafını sarar, onlara balkondan hitap eden Efruz Bey de her milletin eşit olduğunun altını çizerek, Osmanlıcı görüşler belirtir, bunun üzerine halk birbirini öpmeye başlar. Efruz Bey efsanesi giderek yayılır, onun Sultan Murad’ın gizli şehzadesi olduğu dahi söylenirken, doğan erkek çocuklara Efruz, kız çocuklara Firuze adı verilir. Şöhretinin üçüncü günündeyken padişah tarafından saraya çağrılan Efruz bey, “Ben gidemem! O benim ayağıma gelsin…” diye haber yollar. Akşam evine gelen bir postada, İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından merkeze davet edildiğini öğrenir. Herkes Efruz Bey’i bu cemiyetin üyesi sanırken, Efruz Bey bu kuruluşun adını bile duymamıştır ve kim olduklarını öğrenmek için daveti kabul eder. Esasında üç gündür Efruz Bey hakkındaki hikâyelere anlam veremeyen Cemiyet, bu adamı tutuklamak üzere merkeze davet etmiştir. Ertesi sabah Cemiyet’e giden Efruz Bey, kısa bir sorgunun ardından tutuklanır, ama çok geçmeden serbest bırakılır. Bu sırada halk Efruz Bey’i unutmuştur. Efruz Bey, kalan hayatında bu yaşadıklarının rüya olup olmadığını düşünür. | Satirik bir üslupla kaleme alınmıştır. Asilzadeler, Bilgi Bucağında, Tam Bir Görüş, Açık Hava Mektebi ve İnat adlarında beş devam öyküsü bulunmaktadır. |
125 | Çirkinliğin Esrarı | 19 Aralık 1919 | Vakit | Sonbaharda Büyükada’da yürüyüşe giden yazar, şiddetli bir yağmurun bastırması üzerine bir tanıdığının evine sığınır. Evde yalnızca evsahiplerinin yaşı on altı civarında olan kızı Sütude ve bir hizmetçi vardır. Yazar, rahatsız olmaması için kıza haber verilmesini istemeyerek salonda oturur, ama eve birinin geldiğini duyan kız salona girer. Yazar, kendisinden yirmi yaş kadar küçük olan bu güzel kızla yalnız kalmaktan çekinir, Sütude ise şuh ve şımarık tavırlarla konuşmaktadır. Yazarın mesafeli tutumu devam edince Sütude ağlamaya başlar ve onu sevdiğini söyler, “Eğer beni almazsan vallahi billahi kendimi öldürürüm,” der. Kızı vazgeçirmek için çok hasta olduğunu söyleyen yazar, Sütude’nin aşkını merhamete döndürmeyi başarır ve ayrılırken, onun için ideal bir âşık bulduğunu, bunun Büyükada’da on yıldır çirkinlik kralı unvanına layık görülen Ali Bey adında bir adam olduğunu söyler. Sütude çok etkilenir ve bir sonraki yaz bu adama kaçar. | - |
126 | Horoz | 22 Aralık 1919 | Vakit | Başkalarıyla pek görüşmeyen bir ailenin kızı, bütün vaktini kitap okuyarak geçirmektedir. Bu sırada tavukların yaşantısına dikkat etmiş, tavuklar düzgün bir yaşam sürerken ve yavrularını korumaya çalışırken, horozun bütün gün sorumsuz ve baskıcı bir şekilde davrandığını görmüştür. Bunun üzerine bahçelerindeki kümesteki tavukları horozdan korumaya başlamıştır. Sonra bu durumun insanlar için de geçerli olduğunu düşünmüş, babasının ailesine nasıl davrandığını gözünün önüne getirerek erkeklere düşman olur. Bahçelerindeki bir horozu intikam duygusuyla öldürür. Ailesi kendisini evlendirmek istediğinde ise reddeder. | Öykünün devamı, Dünyanın Nizamı adıyla beş gün sonra yayımlanmıştır. |
127 | Dünyanın Nizamı | 27 Aralık 1919 | Vakit | Evlenme fikrine katı biçimde karşı çıkan genç kız, öldürdüğü horoz rüyasına girip kendisinden hesap sorunca ve tavuklarla ilişkisinin iç yüzünü anlatınca bahçedeki tavukları gözlemler, horoz öldükten sonra tavuklarının düzeninin bozulduğunu ve birbirleriyle kavga etmeye başladıklarını görür. Bunun üzerine erkeklere ilişkin düşüncesini değiştirir ve evlenmeyi kabul eder. | Beş gün öncesinde yayımlanan Horoz adlı öykünün devamıdır. |
128 | Miras | 3 Ocak 1920 | Vakit | Yazarın amcası bilime ve sanata önem veren, yaşlı bir adamdır. Oğlunu ve eşini kaybetmiştir ve yeğenini çok sevmektedir. Bir gün yeğenine, kütüphanesine alıcı çıktığını ve çok yüksek meblağlar teklif edildiğini, ancak kendisinin bunu kabul etmediğini söyler. Yazar ise hak vermekle birlikte, teklif edilen parayı aklından çıkaramaz, hatta amcası öldüğünde ondan miras kalacak diğer mülkleri de düşünüp heyecanlanır. Amcasını zehirlemeyi düşünür, ama gece bundan vazgeçer. Ertesi gün vicdan azabı içinde amcasının yanına gider ve bütün varlığını milli kurumlara vasiyet etmesini ister. Sebebini soran amcasına gerçeği, planlarından duyduğu utancı söyleyemez. Amcası bu tekliften memnun olur, ama yazar, amcasını öldürmeyi düşünmüş olduğu için hayatı boyunca kendinden nefret eder. | - |
129 | Karmanyolacılar | 5 Şubat 1920 | Diken | Fakacı Sıtkı Efendi, bir gece sokakta çığlık duyar, sesin kaynağına yaklaştığında dayak yemiş bir adam görür. Adamın gasp edildiğini düşünerek, suçluları yakalamak ister. Adam kaçar, ama Sıtkı Efendi yakalar. Adam gasp edildiğini, ama polise gitmek istemediğini, çünkü çaldırdığı cüzdanındaki paraların sahte olduğunu söyler. | - |
130 | Lokanta Esrarı | 5 Şubat 1920 | Haftalık Türk Dünyası | Arkadaşı Sermet’ten mektup alan yazar, Sermet evlenmeden önce birlikte gittikleri Abeille d’Or adlı lokantaya gitmeyi nasıl bıraktığını anlatır. Aslında obur bir adam olan ve yemek için yaşadığını söyleyen yazar, lokantada fiyatların yükselmesi üzerine aşçı yamağı olmaya karar vermiştir. Abeille d’Or yöneticilerinin Kozmos adlı başka bir lokantadan bir çalışanı transfer ettiklerini öğrenince Rum kılığına girer ve Kozmos’ta karın tokluğuna çalışmak için başvurur. Bedava yemek yiyeceği için sevinen yazar, yemeklerin nasıl yapıldığını, kullanılan malzemelerin gerçek olmadığını ve pis olduğunu, ayrıca tabakların da hiç yıkanmadığını öğrenince lokantalarda yemeyi bırakır, evlerindeki Sudanlı dadısının yaptığı yemekleri yemeye başlar. Yine de lokanta yemeklerinin nasıl yapıldığını bilmediğini ve yemekten keyif aldığı eski günleri özler. | - |
131 | Kurbağa Duası | 10 Ocak 1920 | Vakit | Yazar birkaç yıl önce İstanbul’a yakın bir kasabadaki okulda edebiyat öğretmenliği yapmıştır. Okuldaki diğer öğretmenler arasında en sevdiği, din öğretmeni Bahir Hoca’dır. Bir gün kasabadaki doktor, yazarı ve Bahir Hoca’yı Bektaşi tekkesine davet eder. Nargile müptelası olan Bahir Hoca, tekkede nargile olacağı sözünü alınca daveti kabul eder. Cuma günü tekkede yapılan rakılı sohbette eğlenirler, fakat bahçedeki kurbağaların gürültüsünden rahatsız olurlar. Bahir Hoca kurbağaları susturma iddiasıyla bahçeye gider ve kurbağalar anında susarlar. Birkaç gün sonra işin aslını soran yazar, Bahir Hoca’nın nargilenin marpucunu otların arasına sarkıttığını ve bunu yılan sanan kurbağaların sustuğunu anlatır. | - |
132 | Şefkate İman | 30 Ocak 1920 | Vakit | Başarılı bir öğrenci olan, yurtdışında okuyan ve Türkiye’ye döndükten sonra Hariciye’de çalışmaya başlayan Ahmet Reşit, kumar alışkanlığı yüzünden her şeyini ve etrafındaki herkesi kaybetmiştir. İki gündür sokakda aç biçimde gezmekte, kendisini yüz üstü bırakan insanlara sitem etmekte ve intihar etmeyi düşünmektedir. Karanlıkta kendisine rastlayan iki hırsız, bir evi soydukları sırada Ahmet Reşit’ten sokakta gözcülük yapmasını isterler, işleri bitince de ona iki buçuk lira verirler. Ahmet Reşit, insanlığın ve şefkatin ölmediğini görerek sevinir, karnını doyurmaya gider. | - |
133 | Kurumuş Ağaçlar | 17 Şubat 1920 | Vakit | Deli Murat otuz yıl boyunca birçok silahlı soygunla zengin olmuş, bu sırada kırk kişiyi öldürmüş, ama elli yaşına gelince tövbe etmiş bir derebeyidir. Artık en ufak bir haksızlık bile vicdanını yaralamaktadır. Bir gün sabah namazında rastladığı Karababa, Deli Murat’ın hacca gitme niyeti olduğunu sezer. Kendini affettirmek isteyen Deli Murat’a, ya ölmesi yararlı olacak birini öldürmesini ya da menzil açıp insanları doyurmasını tavsiye eder, menzilin bahçesine kurumuş ağaçlar dikmesini, Allah tarafından affedildiğinde bu ağaçların yeşereceğini söyler. Deli Murat menzili kurar, yoldan geçen aç ve tok herkese yemek yedirir, aradan üç yıl geçer, ama ağaçlar yeşermez. Bir gün menzildeki uşaklar, yoldan geçen bir atlıyı zorla durdurup yemek yedirmek isterler. Atlı durmayıp yoluna devam edince Deli Murat ata ateş edip yolcuyu durdurmayı, yemeğini verdikten sonra kendisine iyi bir at hediye etmeyi düşünür. Ateş eder, ama yanlışlıkla adamı vurup öldürür. Deli Murat çok üzülür ve intihar etmeyi düşünür. Bu sırada bahçedeki kurumuş ağaçların yeşerdiği görülür. Deli Murat, öldürdüğü adamın ölmeyi hak eden biri olduğunu düşünür. Soruşturduğunda bu adamın çok iyi bir adam olduğunu öğrenir. Adamın üzerini aradıklarında cebinden çıkan mektupla, adamın günah işlemeye gittiğini anlarlar. Deli Murat, bu günahsız adamı günah işlemekten kurtardığı için günahlarının affedildiğini, ağaçların bu nedenle yeşerdiğini düşünür. | - |
134 | Balkon | Şubat 1920 | İkinci Kitap | Muhsin Bey, eşi Hamdune Hanım, oğulları Suat ve evlatlık kızları Resan, Erenköy’de birlikte yaşamaktadır. Emekli Muhsin Bey, on yıldır kalp hastası olmasına rağmen nargile keyfinden vazgeçmemektedir. Yine bir akşam yemeğinden sonra çardakta nargile içtiği bir gün, Resan Suat’a hamile olduğunu ve evlenmeleri gerektiğini söyler. Suat kabul eder ve annesine söyler, annesi çok sevinir. Babasına sürpriz yapmak isteyen Suat, haberi annesinin vermesini, babası sevindiğinde de kendisinin Resan’la birlikte balkona çıkıp ikisine selam vermelerini önerir. Resan istemez, ama Suat’ın ısrarına dayanamaz. Hamdune Hanım, Muhsin Bey’e müjdeyi verir, ama Muhsin Bey çok sinirlenir. Bunu duyan Suat ve Resan üzülür. Hamdune Hanım ısrar edince Muhsin Bey, yirmi yıl önce İzmir’de bulunduğu sırada başka bir kadınla evlendiğini ve Resan’ın evlatlık değil, kendi kızı olduğunu itiraf eder. Suat ve Resan yukarıda boğuşmaya başlar ve Resan, Suat’ı balkondan atar. Muhsin Bey boğazını tutarak arka üstü devrilir. | - |
135 | İffet | 1 Nisan 1920 | Diken | Doktor, Hicaz’da bulunduğu sırada yaşanan kolera salgını nedeniyle çok insanın öldüğünü anlatır. Bu sırada yanına gelen bir Arap kadın, kendisinin evlenmemiş olduğunu ve ölürse erkeklerle aynı çukura atılmak istemediğini söyler. Doktor bu isteği hafife alınca kadın sinirlenir. Doktor, kadının iffetini bu kadar önemsemesinden etkilenir. | - |
136 | Asilzadeler | 1-8 Temmuz 1926 | Vakit | Efruz Bey, Nişantaşı’ndaki evindeki sohbette zengin arkadaşları Azizüssücufüzzırtaf, Dizanterici Salih Paşazade Nermin Bey, Kamuran Kara Tanburin Bey ve Müzekki Bey ile asaletin ne kadar önemli olduğundan bahsetmektedir. Hepsi de ne asil ne eğitimli olan, ama ailelerinin zenginliğiyle toplumda belirli bir yer edinmiş olan bu beş arkadaş, yakın bir zamanda ilan edilmiş olan İkinci Meşrutiyet’in asaletle hem uyumlu hem de uyumsuz olduğunu söyleyen görüşler ileri sürerler. Sonunda, asaletlerini halkın da bilmesi için asil unvanlar kullanmaya karar verirler. Müzekki Bey’in Prens Müzekki dö Civan; Kamuran Bey’in Prens Eternel dö Kara Tanburin; Nermin Bey’in Marki Nermin; Azizüssücufüzzırtaf’ın Prens Zırtaf; Efruz Bey’in de Prens Efruz dö Kızıl unvanlarını kullanmalarında mutabık kalırlar. Efruz Bey ev halkına bundan sonra kendisine “Mösyö lö Prens cenapları” diye hitap etmelerini ister. Yeni unvanının kibriyle evdeki Rum hizmetçi Despina’ya sarkıntılık edip kızın evden kovulmasına neden olduktan sonra, asil arkadaşlarıyla buluşmaya gider. Prens Zırtaf’ın Beyoğlu’ndaki apartman dairesinde toplanan beş arkadaş, ülkedeki diğer gizli asilleri de ortaya çıkarıp güçlerini birleştirmeye karar verirler. Aralarından başkan seçecekleri sırada polis eve baskın düzenler. Prens Zırtaf’ı evinde kumar oynatmakla suçlandığını gören Prens Efruz, asillik projeleri ortaya çıkmasın diye kumar suçlamasını kabul eder. Beş arkadaş da hapse atılır. Efruz Bey ertesi gün kefaletle serbest kalır, diğer asil arkadaşlarını bir daha görmez. Olayların iç yüzünden habersiz biçimde, yüzyıllardır asalete önem vermeyen bir memlekette asalet iddiasında bulunmanın tehlikelerini görür ve hayatına milliyetçi olarak devam etmeye karar verir. | 10 Aralık 1919’da yayımlanan Hürriyete Layık Bir Kahraman adlı öykünün devamıdır. |
137 | Bilgi Bucağında | 19-30 Temmuz 1926 | Vakit | Efruz Bey milliyetçi olmaya karar vermiş ve Bucak’ta (Türk Ocakları’nı ima eden hayali bir yer) konferanslar vermeye başlamıştır. Kitap okumadan, kendi uydurduğu bilgilerle verdiği bu konferanslar Bucak’ta birçok kişiyi etkilemiş ve Efruz Bey’i ünlü ve saygın biri hâline getirmiştir. Bir gün yaz tatili vermenin gerekli mi, yoksa tehlikeli mi olduğuna ilişkin bir tartışmada Bucak reisi ile Efruz Bey yaka paça kavga ederler, birbirlerini şarlatanlıkla suçlarlar. Kavgadan sonra Efruz Bey, laf ebeliği ile çeşitli uydurma bilgilerle bilgeliğini ispat etmek ister, salondaki kimsede onu yalanlayabilecek bilgi bulunmadığı için Efruz Bey tartışmayı kazanır. Efruz Bey’in yükseldiğini görerek onu susturmak için duvara resmini astırmış olan Bucak reisi, bu sefer Efruz Bey’in heykelini diktirerek onu susturmak ister. Ama Efruz Bey bu niyeti sezer ve heykelinin dikilmesine karşı çıkar. Sonraki konferanslarında Efruz Bey önce Türklerin Orta Asya’da kullandıkları lehçelerin kullanılmasını önererek Arapça kelimelere uydurma karşılıklar bulur. Dinleyenler hak verir, ama kimse anlamaz. Efruz Bey bu sefer Farsça ve Fransızca edatların Türkçe sözcüklerle birlikte kullanılmasını teklif eder, dinleyenler buna da hak verir. Efruz Bey tarih dersleri sırasında da Türklerin uzun yıllar önce Amerika’dan Asya’ya göçtüğünü, dolayısıyla Amerikalıların Türk olduklarını söyler. Efruz Bey, şöhretinin arttığını görünce, birçok konudan bahseden bir kitap yazar. Hayranları, 450 bin adet basıldığı duyurulan kitabın sayfalarının kese kağıdı olarak kullanıldığını görünce yayınevine giderler, kitabın aslında iki bin adet basıldığını, üç ayda on beş tane satılabildiğini, bunun üzerine kalanların da kese kağıdı yapılmak üzere bir Yahudi tüccara satıldığını öğrenirler. Efruz Bey bu haberi öğrenmez, kitabının çok sattığını düşünür ve kimsenin itiraz etmediğini görünce yazdıklarının ne kadar doğru olduğunu anlar. Bir süre daha Bucak’ta derslere devam eder. Bir gün Bucak reisi Efruz Bey’e, Bucak yönetim kurulunun aldığı karar sonucunda, bundan sonra vereceği dersleri yazılı olarak yönetim kuruluna sunması gerektiğini, onay verilirse Bucak’ta bu dersi verebileceğini söyler. Efruz Bey bu habere gücenir, kendisini kıskananların komplosuna yorar ve uzun süre Bucak’a uğramaz. Neden sonra Bucak’a gidip kendisini sevenlerle vedalaşır, Bucak önündeki meydana heykelinin dikilmesini kabul etmediğine pişman olur ve bir daha ortalıkta görünmez. Sevenleri onun Kaşgar’a gittiğini düşünür. | Hürriyete Layık Bir Kahraman ve Asilzadeler adlı öykülerin devamıdır. |
138 | Nezle | 1926 | Yüksek Ökçeler (Orhaniye Matbaası) | On yıldır dul olan otuz dokuz yaşındaki Masume Hanım, şişmanlığıyla alay eden çocukların arasında atlı arabasıyla Hıdırellez gününde Çırpıcı Çayırı’na gelir. Kendi cüssesinde biriyle evlenmek isteyen ama bir türlü bulamayan Masume Hanım, şenlik sırasında biriyle tanışmayı umduğu sırada, arabacısı Himmet’e gözü ilişir. On dokuz yaşındaki bu adam, tam olarak Masume Hanım’ın aradığı cüssededir. Himmet ile sohbet etmeye çalışan Masuma Hanım, bütün sorularına kısa cevaplar alınca sinirlenir. Yol kenarında bir inek ve öküzün çiftleştiğini görür, Himmet’e “zavallı ineği” kurtarmasını söyler. Himmet ise ineğin kurtarılmasına gerek olmadığını, ineğin de çiftleşmek istediğini, öküzün bunu ineğin kokusundan anladığını söyler. Masume Hanım, sohbet açma çabasını karşılık alamadığı Himmet’e son bir imayla, “Senin nezlen var, o çitteki öküz kadar kokudan anlamıyorsun,” der. Himmet yine anlamaz. | - |
139 | Kıskançlık | 1926 | Yüksek Ökçeler (Orhaniye Matbaası) | Yirmi yaşındaki Ahmet Sühran Bey, eğlenceye düşkünlüğü nedeniyle babası tarafından üç aylığına Yanya’daki bir memurluk görevine gönderilir. Ahmet Sühran Bey, yolda konakladığı İzmir’deki bir otelde, küçüklüğünden beri görmediği dayısına rastlar. Ertesi gün vedalaşacakları sırada dayısı Hindistan’dan getirdiği beyaz bir maymunu ona hediye eder. Ahmet Sühran Bey, Yanya’daki telgraf memurluğunda bir süre geçirdikten sonra Eleni Teodor adlı bir Yunan kızıyla tanışır. Yürüyüşe çıktıkları bir gün maymun, gelen telgrafı haber vermek üzere eğitilmiş olduğu şekilde sahibine haber verir. Ahmet Sühran Bey kısa süreliğine ayrılır, telgraf olmadığını görünce şaşırarak geri döner ve maymunun Eleni’nin yüzünü yaraladığını fark eder. Kızı hastaneye götürür ve maymunu döver, sonra da kapıya atar. Maymun önce kapıyı çalar, ama karşılık alamayınca ortalıktan kaybolur. Üç gün sonra bir köylü, perişan hâlde bulduğu maymunu getirir. Maymun, Ahmet Sühran Bey’in verdiği yemeklerin hiçbirini kabul etmez ve on gün içinde açlıktan ölür. Ahmet Sühran Bey, maymunun kendisini kıskandığını, Eleni’yi yaraladıktan sonra yaptıklarına içerlenip sahibine küstüğünü ve aç kalarak intihar ettiğini söyler. | - |
140 | Tam Bir Görüş | 1926 | Gizli Mabet (Maarif Matbaası) | Yazar ve arkadaşı Sermet, yürüyüş yaptıkları bir gün Efruz Bey’e rastlarlar ve kütüphaneye giden Efruz Bey’i kendileriyle yürümeye ikna ederler. Sosyoloji üzerine konuşan ve köylülerin ahlakını öven Efruz Bey’i dinleyen iki arkadaş, yürüyerek İstanbul dışındaki bir köye varırlar. Esmer tenli bir çocuk onları bir kahvehaneye yönlendirir. Kahvelerini beklerken çocuk onlara ekmek getirir, sinirli kahveci de kahveyle birlikte yoğurt verir. Hesabı ödeyecekleri zaman kahveci çok yüksek bir fiyat ister, ama etraftaki köylüleri görüp dayak yemek istemeyen arkadaşlar hesabı öderler. Köylü ahlakı üzerine söylediklerinde ısrar eden Efruz Bey, kahvehaneden çıktıktan sonra köylülere İstanbul’un ahlakıyla bozulduklarını, gerçek Türk köylüsünü o esmer çocuğun temsil ettiğini söyler. Çocuğun çingene olduğunu öğrenen Efruz Bey utanır, arkadaşlarıyla birlikte şehre döner. | Hürriyete Layık Bir Kahraman, Asilzadeler ve Bilgi Bucağında adlı öykülerin devamıdır. |
141 | Açık Hava Mektebi | Mart 1927 | Resimli Ay | Bucak’tan ayrıldıktan sonra evine kapanan Efruz Bey, Avrupa’dan sipariş ettiği kitaplar gecikince eğitim almak için Avrupa’ya gitmeye karar verir. Ne okuyacağına karar veremeyince Müfat Bey’in fikrini almak için Aksaray’a gider. Din ve milliyet kavramlarına karşı olan ve Avrupalıları taklit etmeyi savunan Müfat Bey, Aksaray’da bir okul işletmektedir. Efruz Bey biraz bekledikten sonra Müfat Bey’le görüşür, Türkçü konferanslar verdiği hâlde Türkçülüğe karşı olduğunu söyler ve Avrupa’da kendisini yormayacak bir ilim tahsil etmek istediğini belirtir. Müfat Bey önce şaşırır, sonra el işleri öğrenmeyi tavsiye eder. Bu fikri beğenen Efruz Bey, Avrupa’ya gitmekten vazgeçer ve evindeki kütüphanesinin bir kısmını atölyeye çevirerek, dışarı çıkmadan burada üç yıl boyunca çalışmaya karar verir. Tanıdıklarına Avrupa’ya gideceğini söyler ve evdekilere, kendisini soranlara Londra’ya gittiğini söylemelerini tembih eder. Ancak odasında iki ayda sıkılır ve dışarı çıkar. Soranlara Avrupa’da iki ayda pedagoji öğrendiğini ve diploma aldığını anlatır. Pedagoji üzerine konferanslar vermeye başlar, pratiğin teoriden daha önemli olduğunu öne sürer ve bilimden bahsetmek yerine mevcut pedagoglar aleyhinde konuşur; ilk olarak da Müfat Bey’i eleştirir. Efruz Bey daha sonra eğitim müfettişi gibi okulları gezer, öğretmenlerle konuşur. Okullardan birinde rastladığı okul müdürü Mehmet Mustafa Tahsin Nidai Bey’in, okumaya önem vermeyen, okutanların okuması gerekmediği yönündeki görüşlerini çok beğenir. Pisliği güzelliğe, rastgeleliği adalete tercih eden, zengin öğrencilere ibret olsun diye fakir öğrenciler döven, Birinci Balkan Savaşı’ndaki Alasonya muharebesinin Osmanlı tarihinin en önemli savaşı olduğunu öne süren, açık havada verilen eğitimin binada verilen eğitimden daha etkili olduğunu söyleyen Müdür Bey bu görüşlerini Efruz Bey’e kabul ettirmeyi başarır. Müdür Bey ve Efruz Bey, ülkedeki ilk açık hava mektebini kurmak için kolları sıvarlar. Hayırsızada’da bir çiftlik kurmayı, burada bir açık hava mektebi oluşturmayı, fakir öğrencileri hademe olarak kullanmayı, çiftliğin gelirini de zengin öğrencilere vermeyi, bütün dersleri Efruz Bey’in vermesini planlarlar. Müdür Bey öğrencileri toplar, bundan sonra Efruz Bey’in okulun başöğretmeni olacağını, kitapların ve defterlerin kaldırılacağını, öğrencilerin ve yöneticilerin eşit olacağını duyurur. Söz alan Efruz Bey, müdürün artık müdür olmadığını, herkes eşitlendiği için öğrencilerin de ona artık Mehmet Mustafa Tahsin Nidai Bey yerine Mıstık demesi gerektiğini, yarın ilk açık hava dersine başlanacağını ilan eder kimsenin ailesine bir şey söylememesini tembihler. Çocuklar sevinçle evlere dağılırken, okuldaki kuralların yıkıldığını gören Müdür Bey, Efruz Bey’in aklına uyduğu için pişman olur. Efruz Bey akşam annesine veda eder ve üç yıl boyunca geri dönmeyeceğini söyler. Gece vakti dışarı çıkar, Hayırsızada’daki okulu bir sömürge yönetimine dönüştürüp öğrencilerden asker yapmayı, bu askerlerle adanın yakınından geçen sandalları soymayı düşünür. Silah olarak kullanılmak üzere kloroform alır. Sabah olduğunda Müdür Bey’in okul projesinden vazgeçtiğini görür, ama yılmaz, kendi başına projeye devam etmeye karar verir. Kınalıada’ya gider, Hayırsızada’ya doğru sandalla yola çıktığında bayılır, sandal Yalova’ya kadar sürüklenince oradaki bir hastanede uyanır. Kendine geldiğinde Akropolis’e gidip edebiyat hacısı olmaya karar verir. | Hürriyete Layık Bir Kahraman, Asilzadeler, Bilgi Bucağında ve Tam Bir Görüş adlı öykülerin devamıdır. |
142 | Bir Temiz Havlu Uğruna | (tarihsiz) | ? | Yazar ve iki eski arkadaşı vapurdayken İstanbul manzarasını seyrederler, savaş ve ekonomik sıkıntılar nedeniyle kentin tadını çıkaramadıklarını söyleyerek eski zamanlarda yaşamış olmayı dilerler. Yazarın iki arkadaşından kumral olanı, yalnız kentte değil, evde de mutlu olmadığını söyleyerek hikâyesini anlatmaya başlar: On beş, yirmi yıl öncesinde, evliliğin yalnızca görücü usulü olduğu zamanlarda annesi bu adama kız bakmaya başlamıştır. Evleneceği kızda hangi özellikler olacağını umursamayan adam, yalnızca mavi gözlü, kısa boylu veya muhacir olmamasını istemiştir. Annesinin bulduğu bir kızla evlenmiş, evlendikten sonra kızın hem mavi gözlü hem kısa boylu hem de muhacir olduğunu fark ederek üzülmüştür. Kendi deyimiyle "bağnazlığı" yüzünden boşanamamış, bu mutsuz evlilikte beş çocuğu olmuştur. Bu hikâyeden sonra yazarın diğer arkadaşı da kendi hikâyesini anlatır: Hiç evlenmemeye kararlı bir gençken, bir gün annesinin hakkını helal etmeme tehdidi karşısında evlenmek zorunda kalmıştır. En azından okur yazar, sohbet edebilen bir kadınla evlenmek isterken, annesinin kendisine bulduğu kız okuması yazması olmayan, iki lafı bir araya getiremeyen biridir. Annesi bu kızı, bir gün Kocamustafapaşa’da tuvalete sıkışınca kapısını çaldığı evde tanımıştır. Evin temizliğine hayran kalan anne, abdest aldıktan sonra kızın kendisine tuttuğu beyaz ve ütülü havluyu çok beğenmiş ve oğluna istemiştir. Adam başta karşı çıksa da evlenmek zorunda kalmış, temizlik içinde ama mutsuz bir evliliği olmuştur. | - |
143 | Uçurumun Kenarında | 1926 | Hikâye Külliyatı (Matbaa-i Orhaniye) | Fakirlik içinde büyüyen bir genç kız olan yazar, başka kadınlardaki güzel kıyafetleri görünce imrenir, ama bunları almaya parası yetmez. Bu durumunu paylaştığı bir arkadaşı, güzel kıyafetler almak istiyorsa bir koca bulması gerektiğini söyler; kocasının parasının bu kıyafetlere yetmeyeceği hatırlatılınca da “Evlenince anlarsın,” der. Buna rağmen yazar evlenmez; bir terzide işe girer ve maaşını kıyafet olarak almak istediğini söyler. Böylelikle güzel kıyafetleri olur, zamanla mankenlik de yapmaya başlar. Bu başarılardan sonra fakir bir kızın zengin evlerine gittiğini görünce ne olduğunu anlar, ona hitaben yazdığı mektupta genç bir kızın namusunu kaybetmeden de güzel kıyafetler alabileceğini anlatır. | - |
144 | 1/2 | 1938 | Ömer Seyfettin Külliyatı (Muallim Ahmet Kitabevi) | Gazeteye hikâye yetiştirmesi gereken yazar, tembellik eder ve bu görevi yerine getirecek gücü bulamaz. Yanına gelen arkadaşı Camsap, onu ayağa kaldırmak için 1/2 lakabını taktığı bir adamın hikâyesini anlatmaya başlar. Rumeli’nin kaybedilmesinden sonra İstanbul’a gelen Camsap, kalıcı bir iş bulamamış ve gazetelerde geçici iş yaparak geçimini sağlamaktadır. Bir tanıdığının yönlendirmesiyle Eğitim Bakanlığı’na başvurur ve İstanbul’a bir günlük uzaklıktaki bir kasabanın okuluna öğretmen olarak atanır. Okuldaki öğretmen ve yöneticiler ciddiyetsizdir. Özellikle okul müdürü; cüssesi, sözleri, zekası, yönetimi, okulun durumu hep yarım olduğu için 1/2 lakabıyla anılmaktadır. Okulun idaresiyle ilgilenmeyen 1/2, aynı zamanda keskin bir İttihatçıdır. Bir süre sonra Camsap okuldan ayrılır, yıllar sonra 1/2'yi İstanbul’da, Damat Ferid Paşa’nın içişleri bakanının arabasında görür; eskiden İttihatçı olan 1/2'nin şimdi de İtilafçı olduğunu anlar ve her yere bu kadar kolay uyum sağlama başarısının yarım bir insan olmasından kaynaklandığını anlatır. | - |
145 | Mahcupluk İmtihanı | 1938 | Ömer Seyfettin Külliyatı (Muallim Ahmet Kitabevi) | Dört yıl önce bir memurluk görevinde Müstemend’in altında çalışan Hayranzade Şemî Bey, bir anda zenginleşmiş, kurduğu işletmede Müstemend’i yanında uşak olarak çalıştırmaya başlamıştır. İşletmenin genç ve kurnaz müdiresi Peride, işe alınacak katip için yapılacak sınavı Hayranzade ile konuşur ve namuslu birini bulmak için utangaçlık testi yapmayı, müstehcen konulardan bahsedince utanan kişiyi işe almayı teklif eder. Peride’nin sevgilisi Sermet, bu bağlantısını gizleyerek sınava gelir, Peride de ona utanma numarası yapmasını söyler. Duruma şahit olan Müstemend, Hayranzade’yi uyarmak ister ama Peride araya girip engel olur. Hayranzade, Sermet’in utangaçlığını beğenir ve işe almayı kabul eder. Sınava üç aday daha gelir; Peride onlara patronun utangaçlığı sevmediğini söyleyince adaylar cüretkar davranarak Hayranzade’yi kızdırırlar, verilen arada Müstemend’in uyarması üzerine bu defa utangaçlık numaraları yaparlar. Hayranzade bu adayları da beğenip işe almaya karar verir, ama Peride onları korkutarak kaçırır. Peride, sevgilisi Sermet’i alıp odasına götürür. Anahtar deliğinden onları izleyen Müstemend, Hayranzade’ye haber verir. Hayranzade ise Peride’yi sevdiğini, bu yüzden onu işten kovamayacağını söyler; anahtar deliğinden tekrar bakacakken Peride kapıyı açar ve Hayranzade’yi yakalar. Peride önce Hayranzade’yi mahkemeye vermekle tehdit edip yüklü bir tazminat çeki alır, sinirleri bozulduğu için on gün işe gelmeyeceğini, o yokken yeni katip Sermet’in de bir şey öğrenemeyeceği için onun da işe gelmeyeceğini, bu on günlük sürede patronunun arabasını ödünç alacağını söyler. Peride’yi kaybetmek istemeyen Hayranzade, bütün şartları kabul eder. | Tek perdelik oyun biçiminde kaleme alınmıştır. |
146 | İnat | 1938 | Ömer Seyfettin Külliyatı (Muallim Ahmet Kitabevi) | “İnat eşekte olur” sözünün doğru olduğuna uzun zaman boyunca inanmış olan yazar, bu düşüncesinden nasıl vazgeçtiğini anlatır. Canı sıkıntısını gidermek için yazıp bastırdığı hikâye üzerine Efruz Bey’den mektup almıştır. Çayırın ve çimenin farklı şeyler olduğunu söyleyen Efruz Bey’in bu mektubu üzerine yazar kısa bir araştırma yapar ve çayır ile çimenin aynı şey olduğunu öğrenip bunu Efruz Bey’e söylemek üzere Heybeliada’ya gider. Efruz Bey ve yanındakiler, yazarın söylediklerine şiddetle karşı çıkarlar, haksız oldukları anlaşılsa da geri adım atmazlar. Yazar bunun üzerine eve dönmek üzere yola çıkar, yol kenarında otlayan eşekleri görünce Efruz Bey ve yanındakilerin ne kadar inatçı olduğunu anlar. | Hürriyete Layık Bir Kahraman, Asilzadeler, Bilgi Bucağında, Tam Bir Görüş ve Açık Hava Mektebi adlı öykülerin devamıdır. |
147 | Bir Çocuk Aleko | 1943 | Ömer Seyfettin Külliyatı (Muallim Ahmet Kitabevi) | Ali, altı aydır Gelibolu’daki bir Rum fırıncının yanında çalışmaktadır. Ustası, savaş çıkacağı için devlet tarafından diğer Hristiyanlarla birlikte bölgeden tahliye edildiğinde Ali köyüne gider, ama oranın da tahliye edildiğini görür. Ailesinin Malkara’daki akrabalarının yanına gitmiş olabileceğini düşünerek yürümeye başlar. İki gün boyunca aç ve susuz yürüdükten sonra yolda bir Rum kafilesine rastlar. Türk olduğunu öğrenirlerse yardım etmeyeceklerini düşünerek, köydeki komşusundan öğrendiği Rumcasıyla yanlarına gidip yardım ister, adının da Aleko olduğunu söyler ve kafileye katılır. Kafile üç gün yürüdükten sonra bir Rum köyüne yerleşir, Ali de kilisede hizmetçi olarak çalışmaya başlar. Ailesinin nereye gittiğini öğrendikten sonra buradan ayrılma planı yapan Ali, Rumların kilisede Türklerin yenilmesi için dua ettiğini ve savaştan sonra bütün Türkleri öldürme planları yaptığını görerek rahatsız olur. Papaz bir gün, Çanakkale Savaşı’ndaki İngiliz kumandanına yazılmış gizli bir mektubu Ali’ye verir ve bunu cepheye giderek bu mektubu İngilizlere vermesini ister. Ali yola çıkar, cepheye gider ve mektubu Türklere verir. Mektupta Türklerin Hristiyanları öldürdüklerine dair yalan beyanlar bulunduğunu gören Türk askerleri, Ali’yi yanlarına alırlar ve teklifi üzerine onu Rum görünümlü ajan olarak kullanmayı kabul ederler. Ali mektubu da alarak İngiliz siperlerine gider, Rum olduğunu söyleyerek mektubu iletir. Ali’nin Türkçe de bildiğini gören İngilizler, ondan Türk siperlerine gitmesini, Türk paşasının çadırına saatli bomba bırakmasını, sonra da oradan uzaklaşmasını isterler. Ali kabul eder ve bombayı Türk siperine götürmeden İngiliz tarafında patlatmanın yolunu düşünür. Bu sırada yanlışlıkla bombanın düğmesini çevirir ve yarım saatlik geri sayımı başlatır. Saati durduramadığını görünce yemek yer, vakit geçirir, İngiliz komutanın yanına gider ve onu laflarıyla oyalar. Fırıncılıkta alışık olduğu yarım saatlik dilimin sonuna geldiğini hissedince Türk olduğunu itiraf eder. İngilizler onu tutuklayamadan bomba büyük bir gürültüyle patlar. | - |
148 | Kazın Ayağı | 1947 | Ömer Seyfettin (Ali Canip Yöntem'in kitabı) | Sülalesi tüccar olan ve kendisi de çocukluktan itibaren ticaretle uğraşmış olan Mahfuzizade Hacı Afif Efendi, yirmi beş yaşına geldiğinde babasını kaybeder. Kalan mirası kardeşleriyle paylaşır, çok geçmeden komşu tüccarlardan Giritli İbrahimaki’nin kızıyla evlenir, kayınpederi düğünün ertesi gününde ölünce serveti büyür. Şükretmek için hacca gidip gelen Afif Efendi, artık cimri ve kimseye güvenmeyen, her haberi “Kazın ayağı öyle değil,” diyerek karşılayan biri olmuştur. Bu nedenle kendisine Kazın Ayağı lakabı takılan Afif Efendi, cimriliği ve güvenmezliği sayesinde ticarette çok para kazanır. En büyük rakibi Gompogolos Ağa bir gün Afif Efendi’yi ziyaret eder ve karlı bir iş imkânından bahseder. Afif Efendi her zaman olduğu gibi yine şüpheyle yaklaşır. (Hikâye burada yarım kalmıştır.) | Ömer Seyfettin'in sağlığında tamamlanamamış, ölümünden sonra mevcut haliyle yayımlanmıştır. |
149 | Foya | 1947 | Ömer Seyfettin (Ali Canip Yöntem'in kitabı) | Yazar, eski bir milletvekilinin lüks evini ziyaret eder. Bu milletvekili, kültür ve sanat hayatına dair en temel bilgiden bile yoksun, eski bir İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesidir. Yazar bir kitaptan ne kadar para kazanılacağını sorar, sonra da Cemiyetin bütün sırlarını anlatacağı bir anı kitabı yazmak istediğini söyler. Amacı para ve şöhret kazanmak olan bu adamın tek endişesi, Cemiyet yöneticilerinin ülkeye geri dönüp kendisinden hesap sorması ihtimalidir. Bu nedenle, yazarla nasıl bir kitap yazması gerektiği üzerine konuşur. (Hikâye burada yarım kalmıştır.) | Ömer Seyfettin’in roman olarak yazmaya başladığı bu eserin tefrika edileceği 1919 sonlarında duyurulmuş, ancak yazar eseri tamamlayamadan yaşamını yitirmiştir. |
150 | Sultanlığın Sonu | 1947 | Ömer Seyfettin (Ali Canip Yöntem'in kitabı) | Kırım Savaşı gazisi kaymakam Mahmut Bey, Kocamustafapaşa’daki konağında yaşayan, herkesin hürmet ettiği bir adamdır. O ölünce aynı hürmet kızı Fatma Hanım’a da gösterilir. İstanbul’daki bir depremde birçok ev yıkılınca Fatma Hanım mahalledeki aileleri konağının bahçesindeki çadırlarda konaklatır. Deprem sırasında annesini kalp krizinden kaybeden maliye katibi Sabri Bey de bu bahçede kalmaya başlamıştır. Kederinden rakıya başlayan Sabri Bey, bu sarhoşluğu sayesinde çok hoşsohbet bir adam olmuş, bahçedeki diğer insanları sohbetiyle eğlendirmeye başlamıştır. (Hikâye burada yarım kalmıştır.) | Ömer Seyfettin’in roman olarak yazmaya başladığı bu eserin tefrika edileceği 1919 sonlarında duyurulmuş, ancak yazar eseri tamamlayamadan yaşamını yitirmiştir. |
151 | Heykel | 1 Ekim 1956 | Yeditepe | Heykeltıraş Behzat, belediyenin Sultanahmet Meydanına dikilmek üzere bir heykel yarışması başlattığını duyarak sevinir ve sevincini yazarla paylaşır. Çok geçmeden Behzat’ı tekrar gören yazar, yarışmada istenen heykelin, su taşıyan bir eşek heykeli olduğunu öğrenen Behzat’ın hayalkırıklığına uğrayarak yarışmaya girmekten vazgeçtiğini öğrenir. | 10 Ağustos 1919 tarihli bu öykü, İstanbul’u o dönemde kontrol eden İşgal Kuvvetleri Komiserliği tarafından sansürlenerek yayımlanamamış, yıllar sonra keşfedildikten sonra 1956 yılında yayımlanabilmiştir. |
Ayrıca bakınız
Kaynakça
- ^ Atay, Selçuk. "Toplumun Nabzını Tutan Bir Metin Örneği Olarak Ömer Seyfettin'in "Şîmeler" Adlı Hikâyesi Üzerine Bir Değerlendirme". Research Gate. 6 Nisan 2020 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 6 Nisan 2020.
- Seyfettin, Ömer (1999). Bütün Eserleri (2007 bas.). İstanbul: Dergah Yayınları. ISBN 978-975-995-078-1.